Haftalık Değerlendirme Toplantısı - 23 Aralık 2025
"Kapitalist vahşi nizam, hayatın her alanını ifsat ettiği gibi; halkın refahını, geleceğini, ortak kaynaklarını, alın terini ve hatta umutlarını dahi sistematik biçimde sömürmektedir."
2026 YILI BÜTÇE KANUNU
2026 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nda kabul edildi. Yaklaşık 19 trilyon TL’lik harcama öngörülürken 13.8 trilyon TL ise vergi geliri beklenmektedir. 2025 yılına göre hesapladığında vergilere %23 zam yapıldığı görülüyor. Bu bütçe, kamuoyuna sunulduğu şekliyle bir kalkınma ya da refah belgesi değil; halktan zorla alınan kaynakların sermaye ve faiz çevrelerine aktarılmasının resmî belgesidir.
Zira bütçeler, yalnızca rakamlardan ibaret teknik metinler değildir. Bütçeler; bir iktidarın hangi sınıftan yana saf tuttuğunu, hangi toplumsal kesimleri feda edilebilir gördüğünü ve hangi değerleri öncelediğini açıkça ortaya koyan tercihler bütünüdür. Bu açıdan bakıldığında 2026 Bütçe Kanunu, Türkiye’de uzun süredir derinleşen adaletsizliğin, kurumsallaşmış yoksulluğun daha ileri bir aşamasını temsil etmektedir.
Bu bütçede ortada elle tutulur tek bir adil yön bulunmamaktadır. Zulüm olarak halka dayatılan vergilerin alınması mı daha ağırdır, yoksa toplanan bu vergilerin faize, şatafata, israfa ve savurganlığa harcanması mı? Takdiri size bırakıyorum. Partilerinin ismine “adalet” kelimesini ekleyenler, adaleti resmî dairelerin duvarlarına kazıyanlar ve her hitaplarında bu kavramı dillerine pelesenk edenler tarafından hazırlanan bu bütçe; kendi adalet anlayışlarının aynasıdır. Bu aynanın, ne yazık ki hakikati değil; çarpıklığı, çürümüşlüğü ve ikiyüzlülüğü yansıttığını belirtmek zorundayız.
2026 bütçesinde faiz giderlerine ayrılan kaynak, 2025 yılına göre %40 artışla 2,7 trilyon TL’ye, yani yaklaşık 63 milyar dolara ulaşmıştır. Bu rakam, halkın cebinden gasp edilen her 100 liranın yaklaşık 20 lirasının doğrudan faizcilere aktarıldığı anlamına gelmektedir. Faiz giderlerinin bütçenin merkezine yerleşmiş olması, devletin fiilen faizci düzenin garantörü hâline geldiğini açıkça göstermektedir. Halkın cebinden kesilen paralar; bankalara, borç servislerine ve küresel finans çevrelerine aktarılmaktadır. Devlet bütçesi halk için değil; sermaye için, faiz için ve küresel mali sistemin devamı için çalışmaktadır.
Sıcak para temini adına uygulanan yüksek faiz politikaları ve artan borç ödemeleri, bütçe yapmaktan ziyade itibardan tasarrufu kendilerine zül sayan bir avuç elitin, 80 milyonu yoksulluğa ve sefalete mahkûm etme kanunudur. KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının %61,5’e ulaşması, 2026 bütçesinde vergi yükünün açık biçimde dar gelirli halkın sırtına yıkıldığını göstermektedir. Bir ekmekten alınan vergiyle, bir lüks tüketim kaleminden alınan verginin aynı oranda olması; açık ve tartışmasız bir zulümdür. Buna karşılık büyük sermaye gruplarına sağlanan muafiyetler, teşvikler ve istisnalar; bütçenin kapitalist sistemin doğasına uygun şekilde sınıfsal ve taraflı karakterini teyit etmekte.
2026 bütçesinde yoksulluk, ortadan kaldırılması gereken bir zulüm olarak değil; yöneticiler tarafından yönetilmesi gereken bir olgu olarak ele alınmaktadır. Yoksulluğun kalıcı hâle gelmesi, yalnızca bir ekonomik başarısızlık değildir; aynı zamanda çürümüşlüğün de resmidir. 2026 Bütçesi, kaçınılmaz bir zorunluluğun değil; bilinçli ve çıkar odaklı tercihler toplamının ürünüdür. Bu tercihler; yoksuldan alıp doymak bilmeyen sermaye sahiplerine veren, emeği ve alın terini faize kurban eden, halktan esirgeyip rant projelerine cömert davranan tercihlerdir. Dağıtımı değil almayı esas alan bu anlayış; adaleti değil dengeyi, refahı değil yönetilebilirliği, hakları değil zulmü sıradanlaştıran bir devlet pratiğini kurumsallaştırmaktadır.
Bakınız bu toplantıdan yaklaşık bir saat kadar önce Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan 2026 yılı için hükümetin belirlediği asgari ücreti açıkladı. Günlerce işçi temsilcileri, işveren temsilcileri ile görüşmeler yapıldı, güya pazarlık masaları kuruldu, toplantılar yapıldı, belirlenen net asgari ücret 28 bin 75 TL oldu. Olan yine gariban işçiye, üç kuruşa ağır şartlarda çalışan vatandaşa oldu. Her yıl tekrarladıkları sözü bu yıl da söylediler. "Vatandaşı enflasyona ezdirmedik"
2025 yılı için dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için aylık gıda harcaması yani açlık sınırı 26 bin 115,18 TL olarak belirlenmiş. Bununla birlikte; konut kirası, faturalar, (elektrik, su, yakıt, iletişim) ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı 85 bin 65 TL olarak belirlenmiş. Buna da yoksulluk sınırı deniliyor. Bu rakamlar 2025 yılına yani bu yıla ait, 2026'ta oluşacak enflasyon ile ne kadar artacağı belli değil. Ama Çalışma Bakanına göre vatandaş enflasyonun altında kalmadı.
Sonuç olarak; Kapitalist vahşi nizam, hayatın her alanını ifsat ettiği gibi; halkın refahını, geleceğini, ortak kaynaklarını, alın terini ve hatta umutlarını dahi sistematik biçimde sömürmektedir. 2026 Bütçe Kanununu, çalışana reva görülen sefalet ücretlerini bu sömürünün resmî ve yasal belgesi olduğunu buradan ilan ediyoruz. İslam’ın iktisat nizamı uygulanmadığı sürece sömürü ve zulmün bitmeyeceğini bir kez daha vurguluyoruz.
TÜRKİYE’DE YAPILAN UYUŞTURUCU OPERASYONLARI
Bugün Türkiye’de yapılan uyuşturucu operasyonlarını izlerken tam bir hedef saptırmaya şahit oluyoruz. Birçok konuya atıfta bulunan birbirinden farklı yorumlar ve açıklamalar dinliyoruz. Kimisi bu meselenin AKP ve MHP arasındaki bürokrasi savaşı olduğunu söylüyor. Kimine göre Hakan Fidan medyasına operasyon çekiliyor. Bazı gazeteciler arkadaşlarının kirli çamaşırları döküldüğü andan itibaren şeytanlaştırmaya çalışıyor. Bazıları da kullanılan uyuşturucu çeşitlerine takılmış durumda. Halbuki sorun ne kullanılan uyuşturucu çeşidi ne de siyasi arka planı? Sorun yıllarca TV ekranlarında çoluk çocuk demeden toplumun izlediği, güvendiği hatta sempati duyduğu bir takım rol modellerin(!) içine düştüğü bataklığın farkında olmaması. Üstelik bu iğrenç yaşam tarzlarının toplumun gündemi haline gelmesi ve normalleşmesi.
Bir başka sorun da uyuşturucu ticaretinin, kullanımının ve bunu bir eğlence haline getirmenin kolaylaşması, sıradanlaşması… Bakın 2023 Türkiye Narkotik Suçlarla Mücadele Başkanlığının raporuna göre bir yılda; 22.200 kişiden toplamda 7900 kg Eroin yakalanmış. 10.500 kişiden 62.700 kg esrar 5650 kişiden 2300 kg kokain ele geçirilmiş. 6500 kişiden 5 milyon adet ecstasy 3000 kişiden 23 milyondan fazla Captagon hap yakalanmış. 101 bin kişiden 16.200 kg metamfetamin ve sadece bir yılda 1 tondan fazla sentetik uyuşturucu çeşitleri yakalanmıştır. Bu istatistikler Meksika veya Kolombiya gibi güney Amerika ülkelerinden duymaya alıştığımız veriler. Fakat maalesef ki ülkemizin, nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’nin gerçekleri bunlar.
Peki neden bu hale geldik? Doğrudan söyleyelim: Uyuşturucu, kapitalizmin çocuğudur. Çünkü kapitalizm insanı yalnızlaştırır, ahlaki erdemlerini yok eder. Laiklik adı altında din hayattan kovulunca, helal–haram bilinci silinince; özgürlük denilerek nefsin esareti pazarlanınca ortaya çıkan tablo budur. Bugün “özgür yaşam tarzı” diye pazarlanan şey, aslında insanın kendi kendini tüketmesidir. Uyuşturucu bu çürümüş yaşam biçiminin doğal sonucudur. İşte bu gerçek sanki bu zehri sadece yoksullar kullanıyormuş gibi bir algı ile maskelenir. Hayır! zenginler, makam sahipleri, iş dünyasının seçkinleri, medya figürleri, sözde sanatçılar hepsi bu pisliğin kullanıcısı ve tedarikçisi oldular.
Bu sistem, uyuşturucuyu hem bir tüketim aracı hem de bir kontrol mekanizması olarak kullanıyor. Gençliği zehirle, toplumun enerjisini tüket, sonra da “özgürlük” adı altında bu çürümüş yaşam tarzını meşrulaştır. Bu düzenin baronları, uluslararası ticaret ağlarıyla, limanlardan, havaalanlarından geçen tonlarca kokainle servetlerine servet katarken; sokaktaki çocuk, üç kuruşluk sentetik hap yüzünden hayatını kaybediyor.
Uyuşturucu trafiği Türkiye’nin coğrafi konumunu kullanarak uluslararası bir ağın parçası haline gelmiş durumda. Bu ağdan kimler kâr sağlıyor? Kimler bu ticaretin gölgesinde güç devşiriyor? Kimler bu zehirle toplumu çökertirken kendi iktidarını sağlamlaştırıyor? İşte bu soruların cevabı, bugünkü operasyonlarda yok. Çünkü sistem, kendi pisliğini ortaya çıkarmak istemiyor. Ama artık tuz bile koktu. Gençliğin zihin kodlarında var olan İslam bilinci yok ediliyor. Gençler doğru bir gelecek tasavvurunu kaybetti, anın keyfini çıkarıyor. Azim ve kararlılık göstermek yerine boş vermişlik ve eğlence kültürü yaygınlaşıyor. Öğrenmek, amel etmek ve başarmak diye bir hedef kalmadı. Onun yerine kafayı bulmak, uçmak gibi anormal istekler arttı. Ve tüm bunlar göz göre göre oldu. Bu neslin felaketi bağıra bağıra geldi.
Bir yandan küresel sermaye elitlerini memnun etmek için batılı toplum anlayışını yerleştirdiler. Diğer taraftan iktidarlarını eleştiremeyecek kadar beyni uyuşmuş bir nesli oluşturdular. Peki çıkan sonuçtan pişmanlar mı? Kesinlikle değiller, çünkü mücadeleyi yanlış veriyorlar. Uyuşturucuyla gerçek mücadele; sadece baskınla, gözaltıyla, istatistikle olmaz. Bu bataklığı kurutan şey iman, ahlak, hesap verebilirlik ve hakiki adalettir. Haramdan beslenen bir ekonomiyle, yozlaşmış bir yaşam tarzıyla, vicdansız bir yönetim anlayışıyla bu sorun çözülmez.
Bugün bizlere düşen görev de şudur: Doğru soruyu sormak ve hakiki cevapları haykırmaktır. Haramla kurulan düzen çökmeye mahkumdur. Bataklık derin, üzerindeki sinekler ise her geçen gün artmaktadır. Yamalı çözümler ve göstermelik operasyonlarla temiz toplum oluşturmazsınız. Temiz bir toplum ancak Allah’a, Resulüne ve Kuran’a itaat eden Müslüman bir nesil ile kurulur. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Eğer o beldelerin halkı iman edip takva sahibi olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar; biz de onları kazandıkları günahlar sebebiyle ansızın yakaladık.” (A’râf 96)
SDG’NİN SURİYE ORDUSUNA ENTEGRASYONU
Türkiye’de bunlar yaşanırken, Türkiye’yi yakından ilgilendiren Suriye’de de SDG konusu gündemdeki yerini koruyor. Dün, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, MİT Başkanı İbrahim Kalın ve Millî Savunma Bakanı Yaşar Güler’den oluşan bir heyet Şam’ı ziyaret ederek Suriye Cumhurbaşkanı Ahmet Şara ile görüştü. Ziyaretin ana gündemi, SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu konusunda yaşanan sorunları ortadan kaldırmak için atılması gereken adımları belirlemekti.
Malumunuz, Şara hükümeti ile SDG arasında 10 Mart’ta ABD gözetiminde bir mutabakat imzalandı. Bu anlaşmaya göre SDG’nin yıl sonuna kadar Suriye ordusuna entegre olması gerekiyordu. Ancak bu zamana kadar SDG’nin ana omurgasını oluşturan PKK’nın Suriye kolu PYD tarafından süreci ilerletecek olumlu bir tavır sergilenmedi. Anlaşılan o ki PYD, Suriye devrimi süreci boyunca ABD’nin kendisine bahşettiği imtiyazları terk etmek istemediği için entegrasyon noktasında ayak sürtüyor. Saha o kadar hızlı değişti ki Suriye’ye müdahil olan aktörler sürece ayak uydurma konusunda bocalama yaşıyor.
Dün ABD tarafından terörist olarak yaftalanan HTŞ ve diğer muhalif gruplar, bugün sömürgeci kâfir Trump’ın en güçlü müttefikleri, en samimi dostları oldular. Dün on binlerce tır silah ve mühimmat ile desteklediği, özerk yönetim izni verdiği PYD’nin; bugün silahlarıyla birlikte yıllarca ideolojik düşman olarak görüp savaştığı HTŞ’nin komutası altına girmesi istenmektedir. Doğal olarak süreç istikrarlı bir şekilde yürümüyor ve yönetmek zorlaşıyor. Başından beri Suriye’de İslami devrim olmasın diye Amerika ile iş birliği içinde olan liderler, ortaya çıkan tabloyu ve yeni biçilen rolleri halklarına anlatmakta zorlanıyor. Bu nedenle bazı arızî durumlar meydana gelmektedir. Dün Türk heyeti Şam’da görüşmeler yaparken, Halep’te SDG’nin Suriye ordusuna ve sivillere saldırarak iki kişiyi öldürmesi, benzer şekilde Süveyda’da Dürzi çetelerin yeniden saldırıya geçmesi bu minvalde dikkat çekici gelişmelerdir.
İşte böylesi bir ortamda yol alınmaya çalışılıyor. Her şey Trump’ın yeni Ortadoğu planının kazasız belasız hayata geçirilmesi için. Her şey, gasıp Yahudi varlığının merkezde olduğu yeni bir güvenlik mimarisi inşa ederek Müslümanların iradesinin teslim alınması için. Bu sebeple ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack bölgede mekik dokuyor. Bu sebeple ABD’nin taşeronluğunu yapan, Suriye halkının katili PYD’li teröristlere Suriye yönetiminde Genelkurmay Başkanlığı Yardımcılığı ve bakan yardımcılıkları teklif ediliyor. Entegrasyon adı altında Suriye ordusundaki samimi mücahitlere karşı ordunun dengelenmesi planlanıyor. Sadece bu kadar da değil. Kaşla göz arasında sahabelerin ve nice şehitlerin kanlarıyla fethedilen Suriye’nin toprakları adeta Yahudi varlığına peşkeş çekiliyor.
Bakınız, kamuoyu SDG entegrasyonu ve IŞİD’le mücadele gündemiyle oyalanırken küstah Trump çıktı, Golan Tepeleri’ni “İsrail’e” veriyorum dedi. Kimse de çıkıp “Ey sömürgeci kâfir, sen kimin toprağını kime veriyorsun?” diyemedi. Nasıl desinler ki? Onlar zilleti çoktan kabullenmişler. Trump’ın sözünü adeta emir telakki etmişler. Suriye Dışişleri Bakanlığının “Sezar yaptırımlarının olmadığı Suriye” başlığıyla son yayımladığı haritada Golan’a yer verilmemiş. Yani yaptırımların kaldırılması karşılığında Golan’dan herhâlde vazgeçilmiş. Bu harita, bu sessizlik başka nasıl izah edilir? Böyle bir zihniyetle devlet yönetilebilir mi? Bugün Golan’ı verenler, haçlı-Yahudi ittifakı yarın başka bir yeri istediğinde ne yapacaksınız? Maslahat gereği oraları da veriyoruz mu diyeceksiniz? Kur’an’ın deyimiyle içinizde hiç aklı başında bir adam yok mu? Verdiğiniz şeylerle üzerinizdeki yaptırımların kaldırılmasını mukayese edecek kadar da basiretiniz yok mu? Kâfir düşman sizden dininizi ve iradenizi istiyor. Bunun karşılığında size ruhu sökülmüş geçici bir rahatlık sunuyor.
Gerçek şu ki mesele ne SDG’dir, ne IŞİD’dir, ne Dürzilerdir ne de eski rejim kalıntılarıdır. Bunlar Suriye’nin sorunları değildir. Asıl sorun, Allah’ın ve ümmetin düşmanlarına karşı dik duramama sorunu; şartları ve zamanı bahane ederek İslam’ın çözümlerini uygulamaktan kaçınma sorunudur. Yapılması gereken, hakkı hak olarak batılın karşısına koyarak ABD ve Yahudi varlığı ile hesaplaşma yoluna girmektir. Terörsüz Türkiye ve terörsüz Suriye için terör devletleriyle mücadele etmektir. Yapılması gereken, devrimin sabitelerine geri dönerek Şam’ı Kudüs’e, İstanbul’u Halep’e, Bağdat’ı Kahire’ye bağlamak için Hilafeti tesis etmeye çalışmaktır. Yardım ve zafer yalnızca Allah’tandır.
Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız), O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed, 7)
Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu
23 Aralık 2025
#hizbuttahrir türkiye#gündem değerlendirme#2026 bütçesi#asgari ücret#uyuşturucu operasyonları#sdg#suriye
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!