HAFTALIK GÜNDEM DEĞERLENDİRME

Haftalık Değerlendirme Toplantısı - 23 Temmuz 2024

Muhammed Emin Yıldırım, "Lozan Barış Anlaşması'nı övmek, Lozan'da çizilen sınırlara bağlı kalmak ve Lozan'ı kurtuluş kabul etmek basiretsizlikten öte bir şeydir. Lozan, Hilâfet'in ilga edilmesidir. Lozan, İslâm ümmetinin parçalanması demektir ve Lozan, ihanetin resmidir."

HAYVAN HAKLARI YASASI

Yıllardan beri çözülemeyen ve toplumsal bir sorun haline gelen başıboş köpekler ile ilgili bildiğiniz gibi hükümet yeni bir yasa önerisi getirdi ve bir müddettir görüşmeler TBMM’de devam ediyor. Tabi bu yasanın mecliste görüşülmesi ile birlikte kamuoyunda yine bir tartışma başladı ve sözde hayvan hakları savunucuları ile mama lobisi harekete geçerek ideolojik bir dezenformasyon kampanyalarına başladılar.

Geçmişte de ne zaman bu konu gündeme gelse hemen sözde hayvansever dernekleri harekete geçer, arkalarındaki güçlü medya desteği ile bir anda kamuoyunu manipüle ederler ve iktidarında çekingen tavırları ile sorun her seferinde rafa kaldırılırdı. Hatta bu kesimler konuyu öyle manipüle ederler ki, başıboş köpeklerın saldırıları ile parçalanan çocukların haberlerinde, sanki parçalanan o çocuklar ve aileleri suçluymuş gibi bir tablo ortaya çıkardı.

Sanki bu sorun çözülsün diyenler hayvan düşmanıymış, bu dernekler ve sesleri çok çıkan bu kesimler ise hayvan dostuymuş gibi bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. Hatta daha da ileri giderek Müslümanlar hayvan düşmanı ve tüm köpekler öldürülsün diyormuş, bu köpeklerin canlarını da bu kesimler koruyormuş gibi bir atmosfer oluşturmaya çalışıyorlar. Oysaki diğer tüm toplumsal sorunlarda olduğu gibi bu başıboş köpek sorunun asıl sebebi sizin hiçbir işe yaramayan, bir tarafı düzelteyim derken birçok şeyi bozan kapitalist kanun ve yasalarınızdır. Yeryüzünde fesat ve bozgunculuğu artıran insan aklından çıkmış aciz, eksik o kanun ve yasalarınız…

Bakın yıllardan beri başıboş köpekler için uygulamada olan uluslararası TNR programı denilen bir uygulamanız ve kanununuz var. Bu TNR programı yakala, kısırlaştır ve sal programını yıllardan beri belediyeler ve merkezi hükümetler uyguluyor. Peki sonuç ne? Bugün Türkiye’de 10 milyon civarında başıboş köpek olduğu tahmin ediliyor. Tarım ve Orman Bakanlığından yapılan açıklamada beş yıl içinde 260 bin sokak hayvanı kısırlaştırılabilmiş. Bu hayvanların üreme oranı göz önüne alındığında bu şekilde giderse 10 yıl içerisinde sokak hayvanlarının sayısının 50 milyonun üzerinde olacağı tahmin ediliyor. Ve bu tamamen bir felaketin ortaya çıkması demek. Yani konu sizin sokakta gördüğünüz bir iki köpeğin beslenmesi sorunu değil.

Yani bu yöntemin hiçbir işe yaramadığı ortada. Sizin Batı’dan ithal ettiğiniz kanunlar, yasalar ve uygulamalar sorunun asıl kaynağı.  Yine bu sorunun diğer bir sebebi köpek popülasyonunun hızla artmasına neden olan sermaye ve çıkar odaklarına hizmet eden yasalarınız ve uygulamalarınızdır. Örneğin köpek satışları ile ilgili mevcut yasalardan dolayı köpek popülasyonu ve sayısı hızla artmakta. Bu alanda çok ciddi paralar döndüğü için kontrol dışı üretimde söz konusu. Özellikle saldırgan köpek türlerinde hatta köpek dövüşleri için bile kontrol dışı köpek üretimi yapılıyor. Ve bu saldırgan türler, bir müddet sonra sahipleri tarafından sokağa bırakılıyor.

Tabi bir de işin içinde mama şirketleri var. Bu şirketler eliyle milyarlarca dolar para dönüyor. Ve medyada sesi çok çıkan ve köpekleri öldürecekler diye bağırıp çağıran kişileri araştırın mutlaka birçoğunun bu mama şirketleriyle ilişkileri var. Gelelim sesleri çok çıkan sözde hayvan hakları derneklerine. Sayıları her geçen gün artan ve şu an da 3 bin civarında olan bu hayvan hakları dernekleri çözümün parçası olmaları gerekirken bugün sorunun kaynağı durumundalar.

Biliyorsunuz bu dernekler yurt dışından ciddi fonlar ve paralar alıyorlar. Peki ne için? Neden alıyorlar bu paraları? Gönüllü insanlardan oluşan bu dernekler aldıkları bu paralarla, sokak hayvanları için özel barınaklar kurmaları ve bu barınaklardaki hayvanların bakımını, beslenmesini ve diğer işlerini üstlenmeleri gerekir. Birçok ülkede yerleşim alanları dışında barınaklar kurmak ve başıboş köpekleri bu barınaklarda beslemek bu derneklerin görevidir.

Ama Türkiye’ye gelince, sözde aynı işler için kurulmuş bu dernekler, yurtdışından çeşitli fonlarla bir yandan yaygınlaşıyorlar diğer yandan köpeklerin barınaklara götürülmesine bile karşı çıkıyorlar. Diğer taraftan da yaptıkları eylemlerde seküler ve batılı bir hayat tarzı ile bu konuyu özdeş hale getiriyorlar. Çağdaş yaşamı koruma dernekleri, lgbt dernekleri, Atatürkçü düşünce dernekleri ve diğer seküler yaşam dernekleri ile kol kola hareket ediyorlar.

Onun için iktidar nezdinde bu konu ne zaman gündeme gelse aman laik ve seküler kesimin hışmına uğramayalım diye konu sümen altı ediliyor. Çözümün değil sorunun kaynağı olan bu derneklerin derdinin hayvan hakları falan olmadığını bizler çok iyi biliyoruz. Zira bu derneklerin, yıllardır kuş gribi nedeniyle milyonlarca kanatlı hayvan itlaf edilirken sesleri çıkmamıştır. Şap ya da deli dana hastalığı sebebiyle büyük ve küçükbaş hayvanlar itlaf edilirken hiç sesleri çıkmamıştır. Çok su tükettikleri bahanesiyle Avustralya’da on binlerce deve itlaf edilirken de bu kesimlerin sesleri hiç çıkmamıştır.

İnsanların hatta çocukların ölümüne bile duyarsız olan bu kesimlerin dertleri başka. Yurtdışından aldıkları fonlarla palazlanan bu kimseler, başıboş köpekler sorununun çözümü konuşulduğunda hayvansever kesilmeleri ve hatta Müslümanlara iftiralar atmaları ile bilinirler. Oysaki hayvan haklarına önem veren, tüm canlıların haklarını teslim eden, tüm canlılara karşı merhametli olmayı emreden, hiçbir hayvana işkence edilmesine müsaade etmeyen sadece İslam’dır. İslam’ın eşsiz hükümleri tüm sorunları fıtrata uygun, akla kanaat veren ve kalpleri mutmain eden şekilde çözüme kavuşturur.

İslam’ın bu konuda esasları çok açıktır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Medine’de kurduğu İslâm Devleti’nde ve sonraki, İslâm’ın tatbik edildiği tüm dönemlerde hem insanları hem de hayvanları koruyan kanunlar konulmuş, onlara zarar verecek tutum ve davranışta bulunanlar cezalandırılmıştır. Hayvanlara aşırı yük yüklenmesi, yolculuklarda dört fersah yol gidildikten sonra hayvanların dinlendirilmemesi, bedenlerine zarar verecek takılar takılması, yüzlerine damga vurulması, gereksiz yere öldürülmesi ve kurban edilecek hayvana kötü muamelede bulunulması gibi davranışlar takip edilerek gerekli cezalar verilmiştir.

Hz. Peygamber’in savaşlarda kadın, çocuk ve yaşlıların yanında hayvan ve bitkilere de zarar verilmemesi konusundaki emirleri Dört Halife döneminde devam ettirilmiş ve halifeler fetih için gönderdikleri komutanlarını aynı konuda uyarmışlardır. İslâm medeniyetinde hayvan sağlığının korunması için ise saray ahırlarının bir bölümü klinik olarak ayrılmış, yolculuklarda rahatsızlanan hayvanların acil tedavi hizmeti alması için yol güzergâhlarına seyyar klinikler kurulmuştur. Halife ve valiler, sadece evcil hayvanların değil yaban hayatı ve ekosistemi korumak amacıyla da gerekli önlemleri almışlardır.

İslami hükümlerin esas alındığı Hilafet devletleri tarihi boyunca daha bunlar gibi nice uygulamalar ile hayvanların hakları en üst düzeyde korunmuştur. Çünkü İslam devleti çıkar, menfaat ve bir kısım sermaye sahiplerinin haksız karlarını esas alan kanunlar çıkarmaz. Onun kanunlarının esası insanı, hayatı, tüm canlıları ve kainatı yaratan Allah Subhanehu ve Teala’nın vahyini esas alır. Bununla birlikte İnsanlara faydalı olan ya da zararlı olmayan hayvanların dışında kalan, saldırgan, zararlı ve yırtıcı hayvanları ise, insanların sağlığını ve güven içinde yaşama haklarını korumak için gerektiğinde onlara işkence etmeden ve acı vermeden öldürülmelerine de izin vermiştir. Hem insanların haklarını ve emniyetini sağlamak hem de hayvanların haklarını gözetmek yöneticiler üzerine vaciptir. Ancak bugünkü yöneticiler her konuda olduğu gibi bu konuda da İslam’ın hükümlerini değil Batılı kanun ve uygulamaları esas aldıklarından dolayı bu sorunu da çözmekten acizdirler.

KÜRESEL KESİNTİ VE MİCROSOFT KRİZİ

19 Temmuz sabahı hastaneler, havayolları, holdingler, ticari kuruluşlar bilgisayar ekranlarında gördükleri mavi ekran ile kısa bir süre şaşkınlık yaşadılar. Acaba sadece bizde mi sorun var diye düşünürlerken bu siber sorunun Global bir sorun olduğu, dünya çapında bir kaosa dönüştüğünü öğrendiler. Çünkü herkes gibi onlarda bilgisayar yazılımlarında Microsoft kullanıyor birde verilerinin güvenliğini sağlamak için Microsoft’a bağlı bir siber kuruluş olan CrowdStrike firmasından hizmet alıyorlardı. Fakat güvendikleri dağlara kar yağdı. Yüzbinlerce liraya kullandıkları güvenlik prosedürleri aşıldı, bilgisayarlar kullanılmaz hale geldi.

Teknolojik altyapısını bir veya birkaç firmaya bağlayan kurum ve kuruluşlar gelecekte de bu ve benzeri sorunlara hazır olsunlar. Çünkü geleceğin en acımasız saldırıları siber saldırılar olabilir. İşte bu zaviyeden bakıldığında yaşanan sorunun kaynağı tekelleşmenin ta kendisidir. Mesela Microsoft çöktü diyelim, ne yapacaksınız? Başka bir işletim sistemine geçtiniz, bakalım uygulamalarınız çalışacak mı? Veri tabanlarınıza erişebilecek misiniz? Uyumluluk sorununu kaç günde veya ayda çözeceksiniz? Böylesi bir ihtimale karşı ne kadar hazırlıklısınız? Sorular uzar gider…

Peki böylesi bir durum neden gerçekleşmiş olabilir? Değerlendirilmesi gereken birkaç ihtimal var.

Mesela Amerika’nın Çin’e uyguladığı teknolojik ambargoya karşılık Çin’in bir hamlesi olabilir.
Ya da bu saldırı İran veya Rusya gibi kendi yazılımlarını kullanan ülkelerden gelmiş olabilir. Veyahut geçmişte yaşandığı gibi bir Müslüman yazılımcı tarafından Gazze’deki zulme atfen yapılmış olabilir. Fakat bu ihtimalleri zayıf kılan bir husus var ki o da Microsoft’a siber güvenlik hizmeti veren CrowdStrike firmasının açıklaması…

Onlar hatanın kendi güncellemelerinden kaynaklandığını iddia ederek bir kod parçasının hard diskten silinmesiyle düzeleceğini açıkladılar. Gerçekten de bu firmanın dediği gibi Güvenli Modda bilgisayarlarını açıp o kod parçasını bulup silenler bilgisayarlarını yeniden kullanabilir hale getirdiler. Bu da problemin çözümü için bir ön hazırlığın var olduğunu ve bilinçli olarak servis edildiği ihtimalini akla getiriyor. Diğer yandan art niyetli hackerler böylesi kısa süreli duruşlarda depolamak istediği veriye kolayca ulaşır. Zira duruş esnasında veri depolama işlemi eş zamanlı depolamadan çok daha hızlı ve sağlıklıdır. Bu şekilde hiçbir güvenlik duvarı engeline takılmaz ve ağ denetiminden geçmezsiniz. Bir bakıma saldırıya uykuda yakalanmış olursunuz.

Dolayısıyla ister siber saldırı denilsin ister hatadan kaynaklı küresel kesinti denilsin sonuçları itibarıyla hem Avrupa’ya hem de gelişmekte olan ülkelere yönelik şöyle bir mesaj ortaya çıkmış oluyor: Basit bir işlemle bile uçaklarınızı uçurmayız, hastaneleri hasta bakamaz hale getiririz, iletişim araçlarını zayıflatırız, finans sisteminizi sekteye uğratırız, en mahrem verilerinizi bile ele geçirebiliriz. Bütün sosyal ve ekonomik hayatınız iki parmağımızın ucunda diyebilirler. Peki, İslami beldeler olarak bu meydan okumaya karşı verebilecek cevabımız var mı? Yöneticiler böylesi saldırılar karşısında B planı düşündüler mi? Bilim ve teknolojinin hızına yetişemediğimiz bir çağda bütün teknolojik altyapımızı sömürgeci batıya teslim etmenin makul ve mantıklı bir izahı olamaz!

Olası herhangi bir savaşta Microsoft ve MacOS gibi dünyanın en çok kullanılan yazılımlarına sahip Amerika’nın, siber saldırıyı çekinmeden kullanacağı ihtimali hiç de uzak değil. Boing tipi uçakların, F16 veya F35 füzelerin, Patriot ve S400 savunma sistemlerinin ve Avrupa menşeli askeri araçların kendi yazılım teknolojileri ile donatıldığını, dolayısıyla bu askeri teçhizatın sınırlı işlemler için kullanılabileceğini görmezden gelemeyiz. Bu konudaki cehalet felaket anlamına gelmektedir.

Kıymetli Müslümanlar, çok açıktır ki bütün bu süreçleri yönetmek beraberinde siyasi bir iradeyi de zaruri kılmaktadır. Kalkınma yolunda ilerlemek isteyenler öncelikle keşif yolculuğunu düşman aracıyla yapmaktan vazgeçmelidir. Çizilecek projeler, yapılacak üretim planlamaları, online toplantılar ve kullanılacak üretimi destekleyen programların tamamı bize yani İslam ümmetine ait olmalıdır. Hammadde her ne kadar yurt dışından geliyor olsa bile -ki bunda mahsur yoktur- bu hammadde den anlamlı ve faydalı ürün çıkartma işleminin tamamı bizim kontrolümüzde olursa ürün de bizim olur.

O halde Batının askeri ve siyasi vesayetinden kurtulmak, uluslararası anlaşmaların esaretinden çıkmak, ümmetin faydasına, zalimin ise yok olmasına vesile olacak teknolojik adımları şimdiden atmamız gerekir. Bu ise NATO ve BM gibi uluslararası kuruluşlara üye olmadan, batı ile ilişkilerini kendi menfaatleri ekseni değiştiren devletlerin yapabileceği bir iştir. O yüzden bu yükü ancak güçlü ve bağımsız bir iradeye sahip İslam Hilafet devleti kaldırabilir. Bu sebeple özelde İslam ümmetinin genelde tüm insanlığın sömürü ve esaretten kurtulması için dünya Hilafet Muhtaçtır ve çalışanlar bunun için çalışmalıdır diyoruz.

LOZAN ANTLAŞMASININ 101. YILDÖNÜMÜ

Yarın, 24 Temmuz, Lozan Barış Antlaşması'nın 101. yıl dönümü. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da başta devlet erkanı olmak üzere siyasi partiler, resmi tarih öğretisine kanmış birçok kişi ve kuruluşlar kutlama mesajları yayınlayacaklar. Getirisini ve götürüsünü hakkaniyetli bir şekilde mukayese etmeden Lozan'da büyük bir zafer kazanıldığından bahsedip, Lozan'ın Türkiye'nin tapusu olduğunu söyleyecekler. Pek tabii, Lozan'ın failleri olan Mustafa Kemal ve İsmet İnönü'yü şükran ve minnetle anacaklar ve Lozan'dan sonra kurulan laik Cumhuriyetin faziletlerinden bahsedecekler. Peki, hakikat nasıl? Lozan gerçekten zafer ve bağımsızlık mı? Yoksa azıcık tarih bilgisi olanın, bu topraklara bu ümmete ortalama düzeyde aidiyet duyan herkesin idrak ettiği gibi hezimet mi? Şimdi bu soruların cevabını arayalım.

Kıymetli Müslümanlar, 24 Temmuz, bizdeki adıyla "Lozan Barış Konferansı" olarak anılsa da, aslında Batılı kâfirlerin tabiriyle "Şark İşleri Konferansı"nın yıl dönümüdür. Konferansın ismi, hedefi barizleştirmesi ve konuyu sınırlandırması açısından önemlidir. İsminden de anlaşılacağı üzere mesele sadece Türkiye ile ilgili değildir. Bilakis mesele tüm şark için, yani tüm İslâm beldeleri için bir çözüm arayışıdır. Zira İtilaf devletlerinin savaşa girdiği devlet, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti değil, İslami beldelerin birçoğunda hakimiyeti bulunan Osmanlı Hilafet Devletidir. Bu gerçeğe binaen, Lozan'da temsil ve imza yetkisi meşru Osmanlı hükümetinde olması gerekirken, anlaşma oldu bitti ile kurulan paralel Ankara hükümeti tarafından imzalanıp yürürlüğe konulmuştur. Yani daha en baştan hukuk çiğnenmiş, sahtekarlık yapılmış ve yetki gasbı yaşanmıştır. Sadece bu durum bile Lozan'da Osmanlı'ya ve şark toplumuna, yani İslam ümmetine nasıl bir tuzak kurulduğunu fark etmeye yeter!

Çünkü Batılı devletler, en zayıf durumda bile İngiltere ve müttefiklerini Çanakkale'de bozguna uğratan Osmanlı'nın gücünü çok iyi bildiğinden, anlaşmayı Halife ile yapmak istemediler. Özellikle sömürgeci İngiltere, çok iyi biliyordu ki asıl amaçları olan Hilafeti kaldırma işini, İstanbul'daki meşru yönetime kabul ettiremezlerdi. Bu sebeple, Lozan'ın gizli maddelerini el altından Ankara hükümetine ileterek söz aldıktan sonra müzakere için onların önünü açtılar.

İngilizlerin şart koştuğu o gizli maddeler şunlardı:

1. Hilâfet tam manasıyla ilga edilecek,

2. Halife hudut dışına sürülecek,

3. Malları müsadere edilecek,

4. Devletin laikliğe dayandığı ilan edilecek.

Bunlar, kayıtlara geçirilmeyen ancak dilden dile dolaşan "Şark İşleri Konferansı"nın gizli maddeleridir ki bu maddelerin gerçekliliğine zaman şahitlik etmiştir. Hatta zamanın şahitlik etmesinden önce, baş vekil Rauf Bey ve Meclis, bu gizli maddelere vakıf olduklarından İsmet İnönü'nün Lozan'a gönderilmesini kabul etmemiş ve imza yetkisi vermemiştir. M. Kemal, Meclis'e rağmen İsmet İnönü'yü hariciye vekili olarak atamış ve usulsüz bir şekilde imza yetkisini kendisi vermiştir. O da kendisine verilen yetkiyi tam da batılı efendilerinin istediği şekilde kullanmış ve kendi ifadesiyle büyük fedakarlıklar yaparak her şeyi kabul ettiğini söylemiştir.

Lozan ile ilgili anlatılacak çok şey var. İngilizlerin bir yandan İstanbul'u işgal edip Hilafet yönetimini baskı altına alırken, diğer yandan Yunanlıları savaşa sokarak Mustafa Kemal'i kahramanlaştırmasından tutunda, batılı siyasetçilerin Lozan hakkındaki çarpıcı övgü dolu sözlerine kadar birçok mesele var. Ancak bunları anlatmaya burada vaktimiz el vermeyecektir. Biz sadece zamanın doğruladığı gerçekleri ortaya koyalım. Zafer denilen Lozan'dan sonra neler olmuş görelim.

En başta sınırlarımız talan edildi. Lozan'a giderken 12 milyon km² toprağımız vardı. Dönerken 783 bin km² toprağımız kaldı. Misak-ı Milli sınırları içindeki Musul, Kerkük, Süleymaniye ve Ortadoğu petrol yatakları İngilizlere, Hatay ise Fransızlara bırakıldı. Bunun yanında, 12 Ada İtalyanlara, İmroz, Bozcaada ve Tavşanlı adaları dışındaki bütün Ege Adaları Yunanistan'a hediye edildi. 1571'den beri Osmanlı'ya ait olan Kıbrıs ise yine İngilizlere bırakıldı. Serbest Ticaret Anlaşması gereği, Boğazlardaki hâkimiyet Osmanlı'nın elinden alındı. Avrupalı devletler, boğazlardan geçiş konusunda özgür bırakıldı. 1936'da imzalanan Montrö ile boğazlar bizim oldu diye sevinç çığlıkları atanlar hala Lozan'ı zafer olarak göstermeye çalışıyorlar! Oysa boğazlar hala tam anlamıyla bizim sayılmaz!

Yabancı okullar ve azınlık hakları konusu, gayri Müslimler lehine karara bağlandı. Böylelikle İslâm topraklarında misyonerlik faaliyetleri meşruiyet kazanmış oldu. Yunanı denize döktük ama nüfusunun yüzde 70'i Müslüman olan Batı Trakya, masada Yunanlılara verildi. Yunanistan'dan almamız gereken 190 milyar dolar savaş tazminatından vazgeçildi. 254 bin şehit verdiğimiz Çanakkale Arıburnu İngilizlere verildi. Evet, yanlış duymadınız! 129. Maddeye göre, İngilizler mezar bulunmayan arazileri de kapsayacak şekilde Arıburnu'nda (Anzak burnu) toprak sahibi oldu.

Bundan sonra neler oldu: Türkiye, 24 Temmuz 1923'te Lozan antlaşmasını imzaladı, lakin İngiltere imzalamadı. Tam 1 yıl, Lozan'ın gizli maddelerinin yerine getirilmesini bekledi. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi ve laikliğin teminatı olarak gizli antlaşmanın ilk maddesi böylelikle yerine getirilmiş oldu. 3 Mart 1924'te Hilâfet kaldırılmasıyla ikinci madde, hemen ertesi gün Halife ve tüm ailesi sürgün edilmesiyle üçüncü madde, son olarak da Halife'nin tüm mallarına el konulmasıyla dördüncü madde yerine getirildi.

13 Ekim 1923'te İstanbul başkent olmaktan çıkarılarak başkent Ankara'ya taşındı. 12 Haziran 1924'te camilerin satılması ve kapatılması kararı alındı. (4000'e yakın cami satıldı, bazıları bar, kumarhane, içkili mekan ya da ahır oldu.) 16 Temmuz 1924'te, İngiltere tüm istekleri yerine getirildikten sonra Lozan'ı imzaladı. Bu şekilde Hilâfet yıkıldı, Müslümanların İslâm ve Kur'an ile bağı koparılıp atıldı. Şimdi buradan soruyorum: Allah aşkına, bu nasıl zafer, bu nasıl bir bağımsızlık, bu nasıl bir tapu senedi?

Aslında devleti yönetenler Lozan'ın büyük bir hezimet olduğunu çok iyi biliyorlar. Hatırlayın, Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2016 yılındaki Cumhuriyet kutlamalarında “1920'de bize Sevr'i gösterdiler, 1923'te Lozan'a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan'ı 'zafer' diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada" demişti. Ege'de yaşanan kıta sahanlığı sorununu, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs'taki hak gaspının hepsinin Lozan masasına oturanların bize miras bıraktığı sorunlar olduğunu söylemişti. Fakat şimdi aynı Erdoğan, koltuğunda biraz daha kalabilmek için Batılı dostlarına ve laik Kemalistlere şirin görünmek için Lozan'ın Türkiye'nin tapusu olduğunu söylüyor. Yıllarca Lozan 2023'te sona erecek diye Müslümanları aldatıp oyaladılar, şimdi Lozan'da kurulan laik Cumhuriyetin yüzüncü yılının Türkiye yüzyılı olacağını söylüyorlar.

Biz de Cumhurbaşkanına ve onun gibi menfaatleri için hakikati ters yüz edenlere şunu söylüyoruz: İslam ümmeti olarak bizler, Lozan'dan sonra kurulan laik Cumhuriyeti; İstiklal Mahkemeleri'nden, Takrir-i Sükûn kanunlarından, Şeyh Saidlerden, İskilipli Atıflardan, ezanın Türkçe okutulmasından, darağaçlarından, çıplaklık yarışmalarından, günah bataklıklarından, fakirlikten, yoksulluktan ve çağımızın en büyük yalanı olan demokrasiden tanıyoruz.

Tüm gerçeklikten sonra, Lozan Barış Anlaşması'nı övmek, Lozan'da çizilen sınırlara bağlı kalmak ve Lozan'ı kurtuluş kabul etmek basiretsizlikten öte bir şeydir. Lozan, Hilâfet'in ilga edilmesidir. Lozan, İslâm ümmetinin parçalanması demektir ve Lozan, ihanetin resmidir. Zilleti ve küçülmeyi bağımsızlık kabul eden batı akıllı yönetici ve siyasetçiler, onu tapu senedi olarak göstermeye çalışsa da Lozan, topraklarımıza, inancımıza ve geleceğimize konulan ağır bir ipotektir. Zira savaş, yenilince değil, düşmana benzeyince kaybedilir.

 

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu

23 Temmuz 2024

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
Yorumunuz başarıyla gönderildi. Editör onayından geçtikten sonra sayfada yayınlanacaktır.
Yorumunuz iletilirken bir hatayla karşılaşıldı. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.