HAFTALIK GÜNDEM DEĞERLENDİRME

İdlib Ölüyor Yöneticiler Nerede!?

25 Aralık 2019 Haftalık Gündem Değerlendirme Toplantısı'nda; İdlibli Müslümanların maruz kaldığı amansız saldırılar, Türkiye ve Libya Ulusal Mutabakat Hükumeti arasında imzalanan anlaşma, Kanal İstanbul projesi ile yeniden tartışılan Boğazlar meselesi ve kabul edilen 2020 bütçesi ele alındı.

Haftalık Gündem Değerlendirme Toplantısı

İDLİB ÖLÜYOR SUSMA!

Geçen hafta Doğu Türkistan ile başlamıştık toplantımıza, bu hafta başka bir zulüm beldesi olan Suriye ile, İdlib ile başlıyoruz. Dört milyona yakın Müslüman, İdlib’e sıkışmış yaşam mücadelesi veriyor. Şehirde bomba sesleri yardım çığlıklarına karışmış durumda. Rusya’nın bombardımanı ve Suriye rejiminin katliamlarıyla enkaz altında kalan çocukları kurtarma görüntülerini belgesel gibi izliyor dünya. Herkes suskun, yöneticiler suskun, parti liderleri suskun, uluslararası kuruluşlar suskun, medya suskun, tüm dünya suskun.

Oysa bu ümmetin Peygamberi şöyle demişti:

“Kâbe’nin taş taş yıkılması, Allah katında tekbir Müslüman’ın kanının akmasından daha ehvendir.”

Şimdi söyleyin, ey Müslümanlar! İdlib’in üzerine yağan tonlarca bomba ile katledilen çocukların, kadınların, yaşlıların durumundan daha fahiş bir durum var mı? Söyleyin Allah aşkına! Sokakların, caddelerin ve meydanların Müslümanların cesetleriyle dolmasından daha feci bir durum var mı? Söyleyin! Küçücük yavrularının cansız tozlu bedenlerini kucaklayan, yüzündeki tozları gözyaşları ile silen babaların durumundan daha acı bir durum var mı? Bugün artık İdlib’de taş üstünde taş kalmadı. Bu münker değil de nedir, bundan daha feci bir durum ne olabilir?

Nerede İslâm ümmetinin orduları? Nerede Müslümanların başındaki yöneticiler? Neden Rasulullah’ın çağrısına icabet etmiyorlar? “Kim bir münkeri görürse onu eliyle düzeltsin!” diyor Rasulullah… Tüm bu anlattıklarım münker değil mi? Neden münkeri düzeltmek yerine seyirci kalıyorlar? Bu yöneticiler, İslâm Peygamberinin değil de İslâm düşmanı kâfir Trump’ın sözünü neden dinliyorlar? Bir de ihanetlerini gizlemek için İslâm ümmetinin derdiyle dertleniyormuş gibi yapıyorlar ya… Müslümanların karşısına çıkınca mangalda kül bırakmıyorlar ya…

Daha geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a katıldığı bir programda “Örnek aldığınız liderler var mı, hangi liderleri örnek alıyorsunuz?” diye soruldu. “Bizim için tek önderimiz, tek rehberimiz sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa’dır!” dedi.

Cumhurbaşkanı’nın bu sözüne binaen soruyorum: Peygamberi örnek almak sömürgeci kâfir ABD ile stratejik ortaklık kurmak mıdır? Katil Rusya ile işbirliği yapmak mıdır? İdlib yok olup ölürken susmak mıdır? Müslümanların kanı akarken, evleri başlarına yıkılırken izlemek midir? Hem Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i örnek aldığınızı söylüyorsunuz, hem de Rus bombardımanından kaçıp Türkiye sınırına gelen İdlib halkı için “Türkiye bu göç yükünü tek başına taşımayacak!” diyorsunuz.

Allah’tan korkun! Sizin tek derdiniz bu mu?

Astana ortağınız Ruslar, İdlib’de kardeşlerinizi öldürüyorlar, siz katliamlar sonucunda oluşan göç dalgasını düşünüyorsunuz. “Bak kapıları açarım” diyerek Avrupa’yı tehdit ediyorsunuz. Hiç mi hicap duymuyorsunuz?! Bunlar yabancı değil, düşman değil; bunlar, Müslüman kardeşleriniz! Katillere gelince; onlara hiç mi bir sözünüz yok? Övündüğünüz güçlü ordularla kardeşlerinizi katledenlere haddini bildirmek yerine onlarla işbirliği yapıyorsunuz. Yarın Hakk’ın divanında bu ihanetin bir hesabı olmayacak mı? ABD için Kore’ye, Afganistan’a, Irak ve Libya’ya koşarak gidiyorsunuz; burnunuzun dibinde katledilen Müslümanların kanının hiç mi bir kıymeti yok?

Amerika ve Rusya Müslüman Suriye halkına “ya demokrasi ile süslenmiş Esed Rejimini kabul edin ya da çocuklarınızın ceset parçalarını toplarsınız” diyor. Siz de bu katillerle ortaklık yapıyorsunuz, katliamlarına ortak oluyorsunuz ve Müslümanların çağrılarını duymuyorsunuz. Astana’da, Cenevre’de kapalı kapılar ardında Suriye devrimine ihanet anlaşmalarına imza atıyorsunuz!

Suriye kâfirler ve hainlerin elinde tarumar oldu. Siyasi ve ticari menfaat için Müslüman kanı görmezden gelindi. İşte “medeni” denilen vahşi Batı’nın Suriye için reva gördüğü çözüm ve düzen bu: Ya zalim ve katil rejime boyun eğin ya da öleceksiniz! Bu öyle çirkin bir düzen ki, bu düzende kurtlar hükümdar olur, kurt kuzuyu kapsa kimden sorulur? Müslümanların katilleri ile dost ve müttefik olan yöneticilerden mi? Orduları sömürgeci Batılıların çıkarları için seferber edip Müslümanlara gelince kınamakla yetinenlerden mi? Evet, söyleyin, kimden sorulur?

Bu yöneticiler kuzuyu kurda emanet ediyorlar, kuzu kurda emanet edilirse, çakallar da bayram eder, sırtlanlar da, akbabalar da… Onun için bizim “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu, adl-i ilahi gelir de sorar Ömer’den bunu!” diyen yöneticilere ihtiyacımız var. Bizim Halife Ömer gibi yöneticilere, Selahaddin gibi cesur komutanlara ihtiyacımız var. Bizim Râşidî Hilâfet’e ihtiyacımız var.

TÜRKİYE-LİBYA ANLAŞMASI

Geçtiğimiz ay Türkiye ile Libya Ulusal Mutabakat Hükumeti arasında bir anlaşma imzalandı. Türkiye ve Libya arasında “Askerî işbirliği ve karasularını” ilgilendiren bu anlaşma bölgesel ve uluslararası alanda tepkilere neden oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, gerekli olması halinde uluslararası toplum tarafından tanınan Libya hükümetine Türkiye’nin askerî desteği artıracağını belirtmesi, tartışmaları alevlendirdi. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var: Libya ile Türkiye arasında imzalanan bu anlaşmanın henüz geçerliliği tam olarak bilinmiyor. Birleşmiş Milletler’e sunulan mektupta açıkça ifade edildiği gibi bu anlaşmanın bir anlam ifade edebilmesi için Türkiye ve Mısır’ın uzlaşması gerekiyor. Politik iklim bu şekilde devam ettiği sürece hem Ege hem de Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin Yunanistan, Mısır ve Avrupa ile kriz yaşayacağını söyleyebiliriz.

Tabii, Akdenizde yaşanan bu çatışmanın nedeni sadece doğalgaz keşif çalışmaları değil muhakkak. Bu çatışma, dünyadaki petrol rezervinin yaklaşık yüzde 47’si ve gaz rezervinin yüzde 41’inin bulunduğu Ortadoğu’nun stratejik ve jeopolitik öneminden kaynaklanıyor. Evet, Akdeniz’de bulunan enerji miktarı oldukça büyük. Öte yandan bölge çevresindeki çatışma, sadece Türkiye, Kıbrıs, AB ve Mısır arasında da değil. ABD, Rusya ve gasıp Yahudi varlığı da bu çatışmanın taraflarıdır. Öte yandan büyük devletler, gazı istismar ederek ekonomik ve siyasi bakımdan uluslararası planda etkili olmak istiyorlar. Güney Kıbrıs’ın uluslararası alanda 13 parsel için sondaj ihalesine çıkması, bulunan rezervlerin çıkarılması ve pazarlanması bölge ülkelerini işbirliğine zorladı. Bu durum Doğu Akdeniz’deki ülkelerin, uluslararası güçlerle birlikte işbirliğinin önünü açarken, Türkiye’yi dışarıda bıraktı. Yani Türkiye her iki tarafta da dışarıda tutuldu.

ABD’nin diplomatik olarak desteklediği; Yahudi varlığı, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi arasında yapılan anlaşmalar Yunanistan’ı şımartmaktadır. Bu nedenle Yunanistan, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin kendisine tanıdığı karasularını 12 deniz miline çıkarma talebini Ege Denizi için tekrar gündeme getirebilir. Ayrıca Yunanistan, Mısır ile aynı politik çizgiye gelerek Amerikan destekli Hafter’i destekleyebilir. Sonuç olarak, küresel devlet ve şirketler İslâm coğrafyasındaki sömürgelerini Müslümanların başındaki yöneticiler marifetiyle pekiştirmektedirler. İslâm ümmetinin ortak hakkı olan kamu malı, yani enerji kaynaklarımız, âdeta akbabaların saldırısına uğrar gibi sömürüye maruz kalmaktadır. Geçmişte Osmanlı Hilâfet Devleti’nin bir gölü olan Akdeniz, şimdi sömürgeci bir çatışmaya sahne oluyor. İslâm ümmetinin başındaki yöneticiler ise bırakın bir araya gelmeyi, her biri bir sömürgeci devletin yanında “sığıntı” kalarak çatışmanın tarafı oluyorlar.

Diğer taraftan Libya’da hem Es-Sirac hükümeti hem de Hafter ordusu Müslümanları öldürüyor. Birisi Avrupa’nın çıkarlarının gerçekleşmesi için uğraşırken, diğeri Amerikan çıkarları için çalışıyor. Peki, Türkiye, burada taraf olarak neyi amaçlıyor? Amerika ve Avrupa’nın çıkarları için Müslümanların kanının akıtılması Türkiye’ye ne gibi bir fayda sağlayacak? Hiçbir şey! Türkiye jeopolitik ve stratejik açıdan çok önemli bir güce sahipken bu jeopolitik konumu bize hiçbir fayda sağlamıyor. Çünkü ideolojik siyasi üstünlüğümüz yok, siyasi bağımsızlığımız yok. Çünkü Türkiye büyük devlet olmayı değil, yörünge devlet olmayı tercih ediyor maalesef.

KANAL İSTANBUL PROJESİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ilk olarak 12 Haziran 2011 genel seçimleri öncesi dile getirilen Kanal İstanbul projesi yeniden gündemde. Yakında ihalesinin yapılacağı açıklanan Kanal İstanbul projesi tartışılıyor. Projenin faydalı olacağını düşünenler; bu projenin Türkiye’nin ekonomisine katkı sunacağını, projenin 5 yıl içinde kendini finanse edeceğini söylüyorlar. Karşısında olanlar ise projenin ekolojik dengeyi bozacağını ve projeye ayrılacak bütçenin farklı alanlarda değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorlar. Bütün bu yaklaşımlar meselenin ekonomik ve teknik yönleri açısından tartışılabilir. Zira toplumun kendi boğazını doyurmak için büyük çaba sarf ettiği bir ortamda maliyeti yaklaşık 70 milyar TL olarak hesaplanan projenin tartışılması doğaldır.

Bu maliyetin halkımıza nasıl yansıyacağı ise şimdilik belirsiz tabii. Ancak biz meseleyi farklı boyuttan ele almak istiyoruz. Çünkü meselenin çok daha önemli olan bu boyutu özellikle gözden kaçırılıyor. Bilindiği üzere boğazlar meselesi ilk olarak Mondros Mütarekesiyle gündeme gelmiştir. Askeri bir darbeyle yönetime el koyan İttihatçılar sömürgeci İngiltere ile yaptıkları Mondros anlaşmasıyla ikinci ihanetlerini yaptılar. Bu anlaşmayla Boğazların kontrolü uluslararası güçlere daha doğusu İngiltere’ye bırakılmıştır. Ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti Lozan Anlaşmasıyla Mondros Mütarekesinde kabul edilen işgali onayladı. Ve en son 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Lozan’da kabul edilen şartlara son hali verildi. Neticede boğazlar bizim topraklarımızda olmasına rağmen bizim kontrolümüzde değil.

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan kalma ne varsa İslâm’a ait bütün izleri kökünden silmiştir. Hanedan ailesinin tamamını sürgüne göndererek anılarını silmiştir. Devletin dini İslâm’dır ibaresini anayasadan kaldırarak dinini silmiştir. Latin alfabesini kabul ederek dilini, ilmi birikimini silmiştir. Batı kıyafetlerinin giyilmesini zorunlu kılarak kılık kıyafetini silmiştir. Adetlerini, yaşam şeklini, kültürünü silmiş ve adeta reddi miras yapmıştır. Bu kadar cesur adımlar atan Cumhuriyet’in kurucuları ilginçtir nedense boğazlar konusuna el atmamışlar. Açık işgal anlamındaki tüm anlaşmaları onaylamış ve uygulamışlardır.

Şimdi buradan mevcut iktidara sesleniyoruz: İslâm’a göre boğazlar kamu mülkiyetinden sayılır. Yani boğazlar tüm tebaanındır. Devlet, buraları tebaanın âli menfaatleri doğrultusunda işletebilir ve gelirini tebaya aktarır. Buraları başkasına satamaz, devredemez. Dolayısıyla bugüne kadar boğazlar hakkında yapılmış anlaşmaların hepsi İslâm açısından fasittir, batıldır. Müslümanlar açısından ise bu anlaşmaların hiçbir geçerliliği ve meşruiyeti yoktur. Montrö Anlaşmasından derhal tek taraflı olarak çekilin! Lozan Anlaşmasını tanımadığınızı bildirin! Boğazların kontrolünü elinize alın. Halkın menfaatleri doğrultusunda yeni bir düzenlemeyle boğazlardan geçen yabancı gemilerden hakkaniyetli bir şekilde ücret alın. Alınan bu ücretleri halka intikal ettirin ki geçim sıkıntısı içinde yaşayan halkımız bir nebze olsun rahatlasın. Devletin devamlılığı ilkesi her ne kadar uluslararası anlaşmaları bağlayıcı kılsa da haram üzerine yapılan anlaşmaların batıl olduğunu da unutmayın! Uluslararası güçlerin bu karar karşısında alacağı yaptırım kararlarından korkmayın. Halkınız sizin yanınızda olacaktır siz de halkın yanında durun! Sömürgeci kâfirlerin değil halkınızın menfaatlerini koruyun!

2020 YILI BÜÇTESİ KABUL EDİLDİ

2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi. Her yılın sonunda kabul edilen bu Merkezi Yönetim Bütçesi nedir, bunu önce anlatalım. Devletin; eğitim, sağlık, adalet, savunma sanayi, iç güvenlik gibi temel fonksiyonlarını yerine getirmek için kullandığı bütçedir Merkezi Yönetim Bütçesi… Bu bütçe her yılın sonunda, çeşitli harcamalar ve matematiksel oranlar dikkate alınarak tasarlanır. İktidar ve muhalefetin temsilcilerinin hararetli tartışmaları sonrasında da kabul edilir.

Yüzeysel olarak baktığınızda sanki bir sonraki yılın hazırlığıymış gibi düşünebilirsiniz ama aslında durum tam da böyle değildir. Çünkü hazırlanan bütçenin asıl amacı sorun ve problemlere çözüm üretmek değildir. Asıl amaç devletin kurum ve kuruluşlara aktarılacak kaynakların limitlerini belirlemesidir. Mesela İçişleri Bakanlığı’na 9 milyar TL, Diyanet’e 11 milyar TL kaynak ayrıldı. Ekonomi ile ilgili sürekli pembe tablolar çizen Hazine ve Maliye bakanlığı, bütçenin yüzde 40’lık aslan payına kondu. Bu payın üçte birinin faiz ödemelerine kullanılacak olması da apayrı vahim bir durumu ifade ediyor.

Burada önemli bir şeyin altını çizeceğim, bütçenin limitleri belirlenirken bir önceki yılın harcamaları esas alınır. Dolayısıyla kurumlar gelecek yıl daha fazla pay alabilmek için mevcut yıl içindeki harcamalarını sürekli yüksek tutarlar. İşte bu yüzden ihaleler de fahiş fiyatlar uygulanır, sağlam kaldırım taşları her sene yenilenir, asfaltlar yenilenir. Resmi araçlar başta olmak üzere devlet kurumları sürekli lüks kiralamalara gider. Amaç, yıl içinde ki harcamaları yüksek göstermek ve bir sonraki yıl bunu dayanak yaparak daha fazla pay almak. Yıllardır bu ve buna benzer birçok fuzuli harcamalar ile ümmetin serveti boş yere heba ediliyor. Servet demişken aslında ortada devletin bir serveti falan da yok. Olmayan, ancak vatandaşın sırtından, vergi adı altında alınacak olan bir servetten bahsediyoruz.

Türkiye’nin merkezi yönetim bütçesinin neredeyse tamamını vergi gelirleri oluşturmaktadır. Kabul edilen 2020 yılı bütçesinin ise, tahmini geliri olan 941 milyar TL’nin 912 milyar TL’sini vergi gelirleri oluşturuyor. Oranlama yapacak olursak vergi gelirleri bütçenin % 95’ine denk geliyor. KDV, ÖTV, Harçlar, Damga vergisi derken tam 300’den fazla türü olan bu vergiler ile biraz önceki bahsettiğimiz kamu maliyeti karşılanmaya çalışılıyor. Peki, karşılıyor mu dersek maalesef oda karşılamıyor. Bu kez devreye cezalar giriyor. Her köşe başına yerleştirilen radarlar ve elinde makbuz ile dolaşan memurlar sudan bahaneler ile vatandaşa ceza kesiyorlar. Böylece bütçe açığı kapatılmaya çalışılıyor. Ama tüm bunlara rağmen kabul edilen bütçeye göre halen 140 milyar TL açık varmış.

Nasıl olmasın ki? Faize dayalı bir ekonomi ile ticaret yok edildi, bankalar zenginleştirildi. Nasıl olmasın ki? Tarımda yerli üretime kota konuldu, ithal tarım politikası belirlendi. Devlete ait olan tüm kurumlar özelleştirildi, yap, işlet, devret yöntemi ile hastaneler, yollar ve köprüler “garanti kazanç” vadedilerek yaptırıldı. Batan şirketler devletin varlık fonunun paraları ile kurtarıldı. Ve daha birçok politika ile kamuya ait olan tüm servetler, devlet otoritesinden çıkarak kapitalistlerin kontrolüne geçti.

Peki, sonun nereden kaynaklanıyor? Sorun, kamu harcamalarının çok yüksek olmasından ve karşılayacak gelirlerin olmamasından kaynaklanıyor. Ancak buna rağmen eskisi ve yenisiyle bütün yöneticiler lüks ve şatafattan hiç vazgeçmediler. “Devletin malı deniz yemeyen keriz” mantığıyla var olan her şeyi tükettiler. Nüfusun % 60’ı açlık sınırının altında yaşam mücadelesi verirken “itibardan tasarruf olmaz” demekten de utanmadılar. Pazar parası olmadığı için intihar eden insanlara rağmen milyon dolarlık yemek davetlerinin masraflarını halkın sırtına yüklemekten çekinmediler. Dolayısıyla esas sorun bütçe sorunu değildir! Asıl sorun yönetim sorunudur, sistem ve düzen sorunudur. İşte bu bozuk düzen, bu batıl nizam yok olduğunda, ona bağlı olan tüm sorunlar da yok olacaktır Allah’ın izniyle…

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu
25.12.2019

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
Yorumunuz başarıyla gönderildi. Editör onayından geçtikten sonra sayfada yayınlanacaktır.
Yorumunuz iletilirken bir hatayla karşılaşıldı. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.