FİKİR, GÖRÜŞ, HÜKÜM VE MEFHUMLARI

PARTİ

FİKİR, GÖRÜŞ, HÜKÜM VE MEFHUMLARI

Hizb-ut Tahrir’in üzerine kurulu olduğu, fertleri etrafında örgütlediği, ümmeti kendisiyle kaynaştırıp bir potada eritmek ve asli davası edindirmek için çalıştığı fikir, İslâm düşüncesidir. Bu düşünce, İslâm akidesine dayanır.

Hizb-ut Tahrir’in üzerine kurulu olduğu, fertleri etrafında örgütlediği, ümmeti kendisiyle kaynaştırıp bir potada eritmek ve asli davası edindirmek için çalıştığı fikir, İslâm düşüncesidir. Bu düşünce, İslâm akidesine dayanır. 

Hizb-ut Tahrir’in üzerine kurulu olduğu, fertleri etrafında örgütlediği, ümmeti kendisiyle kaynaştırıp bir potada eritmek ve asli davası edindirmek için çalıştığı fikir, İslâm düşüncesidir. Bu düşünce, İslâm akidesine dayanır.

Toplumda, yönetimde, insanlar arası ilişkilerde ve hayatın diğer tüm işlerinde İslâm’ı vücuda getirmek için çalışan siyasi bir parti olarak Hizb-ut Tahrir, hedefi doğrultusunda İslâmi fikirlerden kendisine gerektiği kadarını seçip benimsemiştir. Benimsediği hususları yayımladığı kitap ve neşriyatlarında ayrıntılı bir şekilde açıkça ortaya koymuştur. Her mefhum, fikir, görüş ve hükmün tafsili delillerini de beyan etmek suretiyle bu benimsemeleri gerçekleştirmiştir.

Bu kitapta Hizb-ut Tahrir’in benimsemelerinin tümünden bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle Hizb’in benimsemiş olduğu mefhum, fikir, görüş ve hükümlerden bariz olan birkaçını kısaca izah edeceğiz.

Akide ve İman Konusu

Hizb-ut Tahrir İslâm akidesini “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerrinin Allah’tan olduğu kaza ve kadere iman etmek” şeklinde tanımlamış ve bunları imanın esasları olarak kabul etmiştir. İmanı ise vakıaya mutabık delile dayalı kesin tasdik olarak tarif etmiştir. Hizb-ut Tahrir’in beminsemesine göre, iman tasdiksiz olmaz. Tasdik ise delilsiz olursa kâmil iman olmaz. Çünkü tasdik delilsiz olursa kesinlik oluşmaz. Bundan dolayı Hizb-ut Tahrir akaidî (imani) konularda delilin kati olmasını şart koşmuştur. Eğer delil zanni olursa iman kesin olmaz.

Hizb-ut Tahrir; İslâm dininin, İslâm’ın hayata bakışının, devletin, anayasanın, yasaların, bu akideden kaynaklanan her şeyin veya bu akide üzerine kurulan İslâmi fikir, hüküm ve mefhumların tümünün esası olarak İslâm akidesini kabul etmiştir. İslâm akidesinin fikrî liderlik, fikrî kaide ve siyasi bir akide olduğunu özellikle vurgulamıştır. Çünkü bu akideden fışkıran veya bu akide üzerine bina edilen mefhum, fikir, görüş ve hükümler ahiret konularıyla alakalı olduğu gibi aynı zamanda dünya işleriyle ve bu işlerin yürütülmesiyle ilgilidir. Bu akide, dünya işlerinin yürütülmesinin esasıdır. Nitekim bu akidede namaz, oruç, kurban, hac gibi hükümler bulunduğu gibi alışveriş, kiralar, kefalet, vekâlet, mülkiyet, evlilik, şirketler, miras hükümleri de bulunmaktadır. Yine bu akidede cemaate emîr seçmeye, emîr seçme metoduna, ona itaat etmeye ve onu muhasebe etmeye ilişkin hükümler mevcut olduğu gibi; cihat, antlaşma, barış, ateşkes hükümleri, ukubat/ceza hükümleri ve bunların nasıl uygulanacağını açıklayan hükümler de mevcuttur.

Bu akide, dünya işlerini yürüten bir akidedir, dolayısıyla Hizb-ut Tahrir bu akideye siyasi bir akide nazarı ile bakmaktadır.

Toplum Konusu

Hizb-ut Tahrir fikrî ve siyasi bir çalışma yaptığı için onun işi toplum iledir. Yani toplumda var olan batıl fikir ve hatalı siyasi düşüncelerin değişmesi için uğraşır. İslâmi hayatın başlaması için toplumun fikrî ve siyasi bir kalkınma gerçekleştirmesi gerektiğini söyler. Bu sebeple Hizb-ut Tahrir’in topluma ilişkin bir düşüncesi ve toplum tarifi vardır.

“Toplum aynı fikir, duygu ve nizamın birbirine bağlamış olduğu insan topluluğudur. O sadece insanların toplamı olmasından değil, aralarında muayyen alakaların/ilişkilerin bulunması ile meydana gelen bir insan topluluğudur.”

İnsanların toplamı topluluktur, toplum değildir. Gerçekte toplumu oluşturan ilişkilerdir. Toplum ayrıntılarıyla insanlar, fikirler, duygular ve nizamlardır. Toplumun ıslahı fikir, duygu ve nizamların ıslahıyla olur. Alakalar/ilişkiler ve onların çözümlerinin keyfiyeti bakımından toplumlar birbirinden ayrılırlar ve İslâm toplumu, sosyalist toplum veya kapitalist toplum diye adlandırılırlar.

Bugün Müslümanların yaşadığı beldelerde İslâmi bir toplum bulunmamaktadır. Müslümanların fikirleri, duyguları bir olmakla beraber aralarındaki ilişkileri düzenleyen nizamları bir değildir. Bir toplumun İslâmi toplum olabilmesi için bu nizamların İslâm’dan olması gerekir. Müslümanlar üzerinde uygulanan nizamlar ise küfür nizamlarıdır. İşte Hizb-ut Tahrir bu nizamların İslâm nizamları olabilmesi ve İslâmi toplumun yeniden tesis edilebilmesi için İslâmi hayatı başlatacak Hilâfet Devleti’ni kurmak için çalışmaktadır.

Hizb-ut Tahrir aklın tarifi ve akli metot konusunda da bir düşünce ortaya koymuştur. Bu konuda detaylı fikir sahibi olmak için Köklü Değişim Yayıncılıktan çıkan Aydın Düşünme kitabına müracaat edilebilir. Yine Müslümanlar tarafından yabancı kültürlerden nelerin alınıp nelerin alınamayacağı yani nelerin hadaret ve nelerin medeniyet olduğu konusunda da bir düşünce ortaya koymuştur. [Bkz. Köklü Değişim Yayıncılık Doğru Kalkınma Ahmed el-Kasas)

Hizb-ut Tahrir'e Göre Şer’î Kaynaklar

Hizb-ut Tahrir’e göre şer’î delil kaynakları esas itibarıyla ikidir. Bunlar Kur’an ve Sünnet’tir. Kur’an ve Sünnet iki ayrı kaynağı daha işaret ederler. Bunlar da Sahabe icması ve şer’î kıyastır. Dolayısıyla şer’î hüküm kaynağı dörttür. Diğer bir tabirle, şeriat koyucu yani Şâri olan Allah bu dört kaynakla biz kulların filleri ile ilgili hitapta bulunmaktadır.

Hizb-ut Tahrir’in Cihat Fikrine Bakışı

Cihat, Allah’ın hidayeti ile insanlar arasındaki maddi engelleri kaldırmak için kuvveti kuvvetle yok etmektir. Allah’ın kelimesini yüceltmek ve davetini yaymak için doğrudan, para yardımında bulunarak, fikirle ya da kuvvet toplamak ve benzeri şeylerle Allah yolunda savaşta çaba harcamaktır. Dolayısıyla Allah’ın kelimesini yüceltmek ve İslâm’ı yaymak için savaşmak cihattır ve bu farzdır. Cihadın farziyeti Kur’an ve Sünnet’le sabittir. Zira cihadı vacip kılan onlarca ayet ve hadis varit olmuştur.

Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurdu:

وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلّه

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” [Enfal Suresi 39]

قَاتِلُواْ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَلاَ يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَلاَ يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُواْ الْجِزْيَةَ عَن يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle güçlerinin yettiğince küçülerek cizye verinceye kadar savaşın.” [Tevbe Suresi 29]

إِلاَّ تَنفِرُواْ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَيَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلاَ تَضُرُّوهُ شَيْئًا وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ 

“Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız Allah sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır. Siz ise O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” [Tevbe Suresi 39]

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ قَاتِلُواْ الَّذِينَ يَلُونَكُم مِّنَ الْكُفَّارِ وَلِيَجِدُواْ فِيكُمْ غِلْظَةً

“Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlarla savaşın ve onlar sizde sertlik bulsunlar.” [Tevbe Suresi 123]

Enes’ten Rasulullah Sallallah’u Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediği rivayet edildi:

جَاهِدُوا بِأَيْدِيكُمْ وَأَلْسِنَتِكُمْ وَأَمْوَالِكُمْ

“(Müşriklerle) ellerinizle, dillerinizle ve mallarınızla savaşın.” [Nesei, K. Cihâd, 3045]

Yine rivayet edildi ki Rasul Sallallah’u Aleyhi ve Sellem şöyle dedi:

 أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَقُولُوا لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ

“Lâ ilahe illallah diyesiye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.” [Nesei, K. Cihâd, 3042]

İmam Ahmed ve Ebu Davud, Enes’ten Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet ettiler:

وَالْجِهَادُ مَاضٍ مُنْذُ بَعَثَنِيَ اللَّهُ إِلَى أَنْ يُقَاتِلَ آخِرُ أُمَّتِي الدَّجَّالَ لاَ يُبْطِلُهُ جَوْرُ جَائِرٍ وَلاَ عَدْلُ عَادِلٍ

“...Cihat, Allah beni gönderdiği günden, ümmetimin sonuncusu Deccal ile savaşasıya kadar yürürlüktedir. Zalimin zulmü ve âdilin adaleti bunu geçersiz kılmaz.” [Ebu Davud, k. Cihâd, 2170]

İbn Ebu Ufâ’dan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediği rivayet edildi:

وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلاَلِ السُّيُوفِ

“Biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” [Buhari, Cihâd ve’s Seyr, 2607]

Kur’an ve Sünnet’te geçen bu ifadeler dışında yapılan diğer başka tariflerde kitap yazmak, nefsin isteklerine karşı durmak, ilim almak ve ilim öğretmek hatta nefsi tezkiye etmek gibi işlerin de cihad olduğu söylenmektedir. Lakin Hizb-ut Tahrir bu düşünceyi sahih bulmamaktadır. Çünkü bu delilsiz ve kaynaksız bir düşüncedir. Zira cihat ancak mallar ve canlar ile yapılır. Allah yolunda görüş belirtmek suretiyle cihada gelince, eğer o beyan Allah yolunda savaş ile doğrudan alakalı ise cihattır. Görüş belirtmek Allah’ın Kelimesi’nin yüceltilmesi için birtakım yararlar sağlasa ve meşakkatli olsa da bu şeriata göre cihat değildir. Çünkü cihat şeriata göre kıtala/savaşa hastır ve savaş ile doğrudan alakalı her şey cihada dâhil olur. Mesela savaşa başlaması için orduya tahrik edici, coşturucu hitapta bulunmak, düşmanlarla savaşa teşvik edici makale yazmak gibi doğrudan savaşla alakalı ise yazılı ve sözlü görüş cihattır, aksi hâlde cihat değildir. Her ne kadar büyük sevabı ve Müslümanlara çok büyük yararları olsa da siyasi mücadeleye ve zalim Müslüman yöneticilerle çatışmaya cihad ismi verilmez. Zira mesele meşakkat ve fayda meselesi değildir. Mesele sadece bu kelimenin içinde geçtiği şer’î manadır. Şer’î mana ise kıtal/öldürme ve onunla alakalı görüş, konuşma, yazma, tuzak, hile vb. hususlardır.

Başlangıçta cihad farz-ı kifayedir. Düşmanın saldırması hâlinde ise farz-ı ayındır. Başlangıçta cihadın farz-ı kifaye olması demek, düşman bizimle savaşmaya başlamasa da önce bizim başlamamız demektir. Eğer herhangi bir Müslüman herhangi bir zamanda savaşı başlatmazsa bütün Müslümanlar savaşı terk etmekle günahkâr olurlar. Bunun içindir ki bazı âlimlerin dediği gibi cihat savunma harbi değildir. Cihat ancak Allah’ın Kelimesi’ni yüceltmeye yönelik bir harptir. Kâfirler bize saldırmasa da İslâm’ı yaymak ve İslâm davetini taşımak için gereklidir. Zaten İslâm tarihi hem Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem hem Râşid Halifeler hem de sonraki dönemlerin tamamında fetihler ile doludur. Fetih İslâm davetini diğer beldelere taşımak ve o beldelerin kapılarını İslâm’a açmak demektir.

Dâru’l İslâm, Dâru’l Küfür ve Dâru’l Harp

Hizb-ut Tahrir’in bu konuya bakışını izah etmeden “dâr” kavramının ne anlama geldiğini izah etmekte fayda vardır. “Dâr” kavramı, sözlükte ülke/devlet anlamına gelmektedir. Bir yere “dâr” diyebilmek için orada yaşayanların bağlandığı bir otoritenin bulunması şarttır. Yine bir yere dâr diyebilmek için şu iki unsurun orada bulunması gereklidir:

  1. O ülkede yaşayan insanların çıkarlarının belirli hükümler/nizamlar ile idare edilmesi
  2. Ülkedeki insanların her türlü hak ve hukukunu koruyacak, nizamları uygulayacak ve yöre halkının güvenliğini sağlayacak bir gücün bulunması

Bu bağlamda İslâm beldeleri olsun veya olmasın dünyadaki tüm toprak parçaları bu iki statü içerisinde değerlendirilir. İslâm’a göre bu ülkeler ya dâru’l İslâm (İslâm ülkesi) ve dâru’l harp veya dâru’l küfür (küfür ülkesi) olarak tanımlanır. Bir başka tanımlama yoktur.

Hizb-ut Tahrir dâru’l İslâm’ı şu şekilde tarif ediyor: İslâmi otoritenin hâkim olduğu ve İslâm hükümlerinin tatbik edildiği, iç ve dış emniyetin Müslümanların gücü ve otoritesi ile sağlandığı yerdir. Bu ülkede yaşayanların çoğu gayrimüslim olsa bile burası dâru’l İslâm’dır. Dâru’l küfür, bir başka ifade ile dâru’l harp, İslâmi otoritenin hâkim olmadığı, İslâm hükümlerinin tatbik edilmediği ve emniyetin Müslümanlardan başka otoriteler tarafından sağlandığı yerdir.

Bu tariflere göre başta Arap ülkeleri olmak üzere İslâmi beldelere şöyle bir göz attığımızda üzülerek hepsinde küfür rejimleri ve kanunlarının hâkim olduğunu görürüz. Bazı ülkelerde evlenme, boşanma, nafaka, miras, evlatlık gibi fer’î meselelerde İslâm’ın hükümlerinin bir kısmının tatbiki ya da “şer’î mahkemeler” adı verilen özel mahkemelerin bulunması o ülkelerin dâru’l İslâm olduğunu göstermez. Suudi Arabistan ve İran gibi bazı Müslüman beldelerde mahkemelerde şer’î hükümlerin uygulandığının gösteriliyor olması o ülkelerin rejimlerinin İslâm dışı rejimler olduğu gerçeğini değiştirmez. Genel anlamda tüm beldelerin durumu böyledir, Türkiye de bunlardan farklı değildir.

Dolayısıyla bir ülkenin dâru’l İslâm ya da dâru’l küfür olmasında esas olan şey orada yaşayanların kimliği değildir. Aynı zamanda İslâmi hükümlerin çok azının uygulanması da o yerin dâru’l İslâm olması için yeterli değildir. Asıl ölçü o ülkede uygulanan hükümlerin tamamının ne olduğu ve bölge güvenliğinin kimlerce sağlandığıdır. Eğer uygulanan hükümlerin tamamı İslâmi, iç ve dış güvenliğin tamamı Müslümanlara ait ise o yer dâru’l İslâm’dır. Eğer uygulanan hükümler küfür hükümleri, iç ve dış güvenlik de gayrimüslimlere ait ise o yer ya dâru’l küfür ya da dâru’l harptir.

Bu şartları Süleyman b. Büreyde’den rivayet edilen şu hadis belirlemektedir:

ادْعُهُمْ إِلَى الإِسْلاَمِ فَإِنْ أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ

“... Onları İslâm’a davet et. Eğer bu davetini kabul ederlerse kabul et ve onların üzerinden elini kaldır. Sonra onlara bulundukları beldeden dâru’l Muhacirine (yani dâru’l İslâm’a) göç etmelerini söyle. Bunu yaptıklarında hicret edenlerin, sorumlu oldukları ile de sorumlu olacaklarını onlara haber ver.” [Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3261]

Bu hadisin mefhumundan şu sonuçlar çıkarılır: Eğer insanlar yaşadıkları bölgeyi bırakıp Muhacirlerin yaşadığı dâru’l İslâm’a gelmeyecek olurlarsa Muhacirlerin sahip oldukları haklara sahip olamayacaklardır. Aynı zamanda Muhacirlerin yanına hicret edip buraya yerleşenlerle, bulunduğu yeri terketmeyen insanlara uygulanacak hükümlerin de farklı olacağı sonucu çıkarılabilmektedir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Dönemi’nde Muhacirlerin yaşadığı bölge dâru’l İslâm, bunun dışında kalan bölgeler ise dâru’l küfürdü.

 Dâru’l İslâm’da yaşayanların güvenliği İslâmi olarak yani o bölgede güvenlik Müslümanların otoritesi ile sağlanmalıdır. Bu kural Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın

وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً

“Allah hiçbir zaman kâfirlere müminler üzerinde hâkimiyet vermez.” [Nisa Suresi 141] ayetinden alınmıştır. Yani kâfirlerin müminler üzerinde bir otorite kurmaları hiçbir zaman caiz değildir. Zira kâfirlere hâkimiyet sağlayıcı bir otorite vermek, Müslümanların güvenliğini İslâm’ın güvenliği olmaktan çıkararak küfrün güvenliğine dönüştürür.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Müslümanların otoritesini kabul etmeyen ve bu otoriteye boyun eğmeyen ülkelere karşı savaşmayı emretmiştir. Oralarda yaşayan halk ister Müslüman olsun ister olmasın onlarla savaşmıştır. Bu ülkelerde yaşayanların Müslüman olmaları durumunda Müslümanları öldürmekten nehyettiğine dair Enes’ten rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir:

كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا غَزَا قَوْمًا لَمْ يُغِرْ حَتَّى يُصْبِحَ، فَإِنْ سَمِعَ أَذَانًا أَمْسَكَ، وَإِنْ لَمْ يَسْمَعْ أَذَانًا أَغَارَ بَعْدَ مَا يُصْبِحُ

“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir kavimle savaşacağı zaman sabaha kadar bekler ve eğer ezan sesini işitirse saldırmaktan vazgeçerdi. Ezan sesi işitmezse sabaha kadar bekler, ondan sonra saldırırdı.” [Buhari, Cihad, ve’s-Seyr 2725]

Üsame el-Müzni’den rivayet edildiğine göre Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir yere askerî bir birlik gönderirken onlara şöyle derdi:

إِذَا رَأَيْتُمْ مَسْجِدًا أَوْ سَمِعْتُمْ مُنَادِيًا فَلَا تَقْتُلُوا أَحَدًا

“Bir mescit görürseniz veya bir müezzin işitirseniz oradaki hiç kimseyi öldürmeyin.” [Ahmed b. Hanbel, Mukessirin 15156]

Mescit ve ezan İslâm’a ait görüntü ve nişanelerdir. Bir beldede mescitlerin varlığı ve ezan sesinin duyulması o yörede yaşayanların Müslüman olduğuna delalet etse de o bölge halkı ile savaşmayı engellememektedir.

Bu şu anlama gelmektedir: Her ne kadar orada İslâm’ın görüntü ve işaretleri bulunsa da o bölge dâru’l harp yani dâru’l küfür olarak kabul edilmiştir. Çünkü onlar Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in otoritesine ve güvenliği altına yani İslâm’ın otoritesi ve güvenliği altına henüz girmemişlerdir. Bu nedenle dâru’l harp olarak kabul edilmişlerdir. Buradan da görülmektedir ki günümüzde İslâmi beldelerin çoğunun güvenliği Müslümanlar tarafından sağlandığı hâlde İslâm’ın hâkimiyeti şartı gerçekleşmediğinden halkı Müslüman olan bu beldeler ne yazık ki ikinci şartı taşımadıklarından dâru’l İslâm olarak kabul edilmezler.

Fertlerinin çoğunluğunun Müslüman olmasına rağmen bugün Müslüman beldelerin tümünde çeşit çeşit fikir, duygu ve nizamlar hâkimdir. Bu nedenle Müslümanlar arasında fikrî ve duygusal açık çelişkilerin bulunması yadırganacak bir hâl değildir. Müslümanların bir yandan içlerinde İslâm özlemi ile yanıp tutuştuklarını, diğer taraftan kendilerine uygulanan küfür rejimlerine ve kanunlarına ses çıkartmadıklarını görebilirsiniz. Bu kişiler bir yandan tekrar İslâmiyete dönüşü arzularken diğer yandan kavmiyetçilik, vatancılık ve mezhepçilik gütmektedirler. Müslümanlar bir yandan Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya’yı düşman kabul etmekte, diğer yandan ise bu devletlerden yardım istemekte, onlardan hayati problem ve sıkıntılarını çözmelerini beklemektedirler.

Bütün bunlara ilave olarak tüm İslâm beldelerinde yargı, eğitim, ekonomi dış siyaset ve medeni hukuk uygulamalarının tümünü küfür kanunları ve nizamları oluşturmaktadır. İşte İslâm beldelerindeki toplumların tamamını gayri İslâmi kılan bu gerçeklerdir.

Sonuç olarak tüm dünya Müslümanları için hayati mesele küfür sistemleri yerine İslâmi hükümleri tatbik mevkisine getirmek ve İslâm topraklarını dâru’l İslâm’a, bu topraklarda yaşayan toplumları da İslâmi topluma dönüştürmektir. Davet ve cihat yolu ile İslâm risaletini dünyaya taşıması için Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün Sünneti üzerine kendisine biat edecekleri bir halife belirleyip Hilâfet yolu ile tüm dünyada Allah’ın hükümlerini yeniden hayata döndürmek, özetle Hilâfet’in yeniden kurulması yoluyla küfür nizamlarını yıkıp İslâm’ın hükümlerini tatbik makamına getirmektir. Ancak bu hedefe ulaşıldığında İslâm toprakları dâru’l İslâm’a, üzerinde yaşayan toplumlar da İslâmi topluma dönüşecektir.

Hizb-ut Tahrir’in Demokrasiye Bakışı

Demokrasi, halk için, halk adına halkın yönetimidir. Demokratik düzende asıl olan iradeye, egemenliğe ve infaz hakkına sahip olanın halk olmasıdır. Halk kendi kendisinin efendisi olduğundan iradesini yürütme kudretine sahiptir. Onun üzerinde hiç kimsenin egemenliği (üstünlüğü-efendiliği ya da hâkimiyeti) yoktur. Bundan dolayı da yasa koyucu halktır. Halk dilediği yasaları koyar, dilediği yasaları da iptal edip kaldırır. Buna bizzat kendisi güç yetiremeyeceğinden kendi adına yasalar çıkarmak üzere vekiller seçer. Hâkimiyetin ve yürütmenin sahibi halktır. Yönetimi halkın bizzat kendisinin yürütmesi güç olduğundan halkın kendi koyduğu yasaları uygulamak için halk kendi adına yöneticiler seçer. Böylece halk, kapitalist Batı düzeninde yönetim kuvvetlerinin kaynağı olur. Efendi/hâkim olan, yöneten ve yasa koyan halktır.

Bu bağlamda demokrasinin üzerinde yükseldiği iki temel bulunmaktadır. Bunlar:

1- Egemenlik halkındır.

2- Bütün kuvvetlerin kaynağı halktır.

Demokratik düzen, İslâm’ın hükümlerine muhalif olup bir küfür nizamdır. Müslümanlar bütün işlerini şeriatın hükümleriyle yürütmekle emrolunmuşlardır. Müslüman Allah’ın kuludur, iradesini Allah’ın emirlerine ve nehiylerine uygun yönlendirir. Ümmet, iradesini heves ve arzularına göre yürütme hakkına sahip değildir. Çünkü onun hâkimiyet hakkı yoktur. Ümmetin iradesini yönlendiren şeriattır. Zira hâkimiyetin sahibi şeriattır. Yani ümmet yasa koyma hakkına sahip değildir. Çünkü yasa koyucu yalnız Allah’tır. Mesela ümmetin tamamı faiz, ihtikâr, zina veya içki gibi Allah’ın haram kıldığını mubah kılmak için görüş birliğine varmış olsa ümmetin bu icmasının hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü bunlar İslâm’ın hükümleriyle çelişmektedir.

Ancak Allah Subhanehû ve Teâlâ sulta yani otoriteyi ümmete tahsis etmiş, kendi adına yönetim ve uygulamayı gerçekleştirmesi için de yöneticinin seçilmesi hakkını ümmete vermiş ve yöneticinin seçilmesinin/belirlenmesinin de kesinlikle biat yoluyla olmasını emretmiştir. Sulta ve hâkimiyet arasındaki fark işte böyle anlaşılır. Hâkimiyet şeriatın, sulta/otorite ümmetindir.

Tüm bu izahattan sonra Hizb-ut Tahrir’e göre demokrasi küfür nizamı olup İslâm’dan değildir. Kapitalizmin bir nizamı olan demokrasi, insanların dört temel hürriyete sahip olduğunu, bu hürriyetlerin sağlanması ve korunması gerektiğini savunur. Bu hürriyetler şunlardır:

1- İnanç hürriyeti

2- Fikir hürriyeti

3- Mülk edinme hürriyeti

4- Ferdî hürriyet

Şimdi bu hürriyetlerin ne anlama geldiğine ve İslâm’a göre gerçeğinin ne olduğuna bakalım:

İnanç Hürriyeti

İnanç hürriyeti insanın istediği ve uygun gördüğü akideyi kabul etmek hakkına sahip olduğu anlamını ifade etmektedir. Arzu ettiği dini, herhangi bir baskı ve zorlama olmaksızın kabul edeceği anlamını taşıdığı gibi, inandığı şeyleri terk ederek yeni bir inanç veya dine bağlanmasını da ifade eder. Kişi bunları herhangi bir zorlama ve baskı olmaksızın sınırsız bir özgürlük ile yapabilir. Örneğin bir Müslüman, dilerse Hristiyanlığı veya Yahudiliği, dilerse Budizm’i ve komünizmi bu hürriyet kapsamında devlet veya başka bir gücün engellemesi olmaksızın benimseyebilir.

Hâlbuki İslâm dini, Müslüman’a İslâm akidesini terk etmesini; Hristiyan, Yahudi, Budist, komünist veya kapitalist olmasını haram kılmıştır. İslâm’dan dönen kişinin tövbe etmesi istenilir. Eğer tövbe ederse problem kalmaz. Ancak tüm ikna çabalarına rağmen tövbe etmezse öldürülerek malları müsadere edilir.  Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem:

مَنْ غَيَّرَ دِينَهُ فَاضْرِبُوا عُنُقَهُ 

“Dinini değiştireni öldürünüz.” [İmam Malik, Muvatta] buyurmaktadır. Şayet dinlerinden dönenler belli bir topluluk olup bunda ısrar ederlerse onlarla İslâm’a tekrar dönünceye ya da onlar yok edilinceye kadar savaşılır. Allah’ın Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in vefatından sonra Halife Ebu Bekir bunlarla amansız bir savaşa girmiş ve hayatta kalanları tekrar İslâm’a dönmek durumunda bırakmıştır.

Fikri Hürriyet

Fertlerin herhangi bir görüş veya düşünceyi kabul edebilecekleri anlamını ifade etmektedir. Bu kapsamda kişi dilediği fikir ve görüşü ortaya koyarak insanları buna çağırabilir. Bu görüş ve düşünceleri ne tür olursa olsun, bunları kısıtlayan ya da kayıt altına alan herhangi bir sınırlama söz konusu değildir. Başkalarının özgürlüklerine engel teşkil etmedikçe istediği üslupla, devlet veya başka bir gücün engellemesi olmaksızın bu tür görüşlerini ifade imkânına sahiptir. Bu görüşü ifade etmeyi kısıtlayacak herhangi bir engel veya baskı, fikir hürriyetini sınırlayıcı bir saldırı olarak kabul edilir.

İslâm’da ise Müslüman, bütün söz ve davranışlarında şer’î nassların getirmiş olduğu sınırlar ile kayıtlıdır. Herhangi birisinin şer’î nassların izin verdiği konular dışında herhangi bir davranışta bulunup görüş bildirmeye hakkı yoktur. Herhangi bir görüş benimseyip ona davette bulunması şer’î delillerin müsaadesi altında mümkün olup eğer bu görüşler şer’î delillerle çelişiyorsa Müslüman’ın böyle bir görüş benimsemesi, ona çağrıda bulunması, propagandasını yapması caiz değildir. Böyle bir iş yapması hâlinde cezai müeyyideler uygulanır. Çünkü Müslüman’ın benimseyeceği, davet edeceği ve propagandasını yapacağı bütün görüşler şer’î hükümlerle sınırlı olup bu konuda bir serbestî ve özgürlük bulunmamaktadır. Örneğin İslâm’a göre zina ve eşcinsellik haramdır. Bu haramlara çağırmak, bu haramlar ile amel edenlerin haklarını savunmak yasaktır. Yine İslâm’a göre her türlü küfür fikirlerine (demokrasi, sosyalizm, liberalizm vb.) davet etmek ve yine İslâm’ın haram kıldığı herhangi bir fiile davet etmek yasaklanır.

İslâm her zaman ve yerde hak söz söylemeyi farz kılmaktadır. Ubade b. Samit’in biatla ilgili olarak rivayet etmiş olduğu hadiste şöyle geçmektedir:

بَايَعْنَا وَأَنْ نَقُولَ الْحَقَّ أَوْ نَقُومَ بِالْحَقِّ حَيْثُمَا كُنَّا ، لا نَخَافُ فِي اللَّهِ لَوْمَةَ لائِمٍ

“... Nerede olursak olalım hakkı söylemek ve Allah yolunda kınayanların kınamalarından çekinmemek üzere... biat ettik.” [Buhari]

İslâm, idareciyi hesaba çekmeyi Müslümanlara farz kılmıştır. Ümmü Atiyye Ebu Said’den şöyle rivayet etmektedir. Allah’ın Rasulü buyuruyor ki:

أَفْضَلُ الْجِهَادِ كَلِمَةُ حَقٍّ عِنْدَ سُلْطَانٍ جَائِرٍ

 “Cihadın en üstünü, zalim idareciye karşı söylenen hak sözdür.” [Ebu Davud]

Mülk Edinme Hürriyeti

 Bu hürriyet ekonomik alanda kapitalizmi doğurmuştur. Bundan da toplumların sömürülmesi, kaynakların gasp edilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Mülk edinme özgürlüğü, hangi yol ve şekille olursa olsun insanın mal edinip onu artırması ve geliştirmesini ifade etmektedir. Örneğin kişi sömürgecilikle, haksız kazançla, zengin kaynakları çalmakla, ihtikâr ile faizcilikle, hile, aldatma ve kandırma ile dolandırıcılıkla, zina ve kumar ile eşcinsellikle, vücudunu bir meta olarak kullanmakla, şarap üretmekle, rüşvet veya daha benzeri birçok yolla kazanç elde ederek mal mülk edinebilir. Bu tür özgürlükler İslâm’daki mülk edinme ile ilgili hükümler ile çelişir hâldedir. İslâm, insanların sömürülmesi düşüncesine karşı savaş açar. Tıpkı faiz fikrine savaş açtığı gibi. İslâm’da faiz bütün şekilleriyle yasaklanmıştır. İslâm, mülk edinmeyi, mülk edinme yollarını ve onu sarf etme yollarını belirli sınırlar çizerek beyan etmiştir. Bu sınırların dışındaki yolları haram kılmıştır. Mal edinmek, çoğaltmak ve mal üzerindeki tasarruf hakkını kullanmanın bu sınırlar çerçevesinde olmasını Müslümanlar üzerine farz kılmıştır. Bütün bu konularda insana özgürce hareket edebilme hakkı tanımamıştır. Aksine malın yağmalanması, talan edilmesi, hırsızlık, rüşvet, faiz, kumar, zina, eşcinsellik veya kadın vücudunu bir meta hâline getirme, kusurlu malları kusursuz gösterme, aldatma, içki imalatı ve satımı gibi birçok konuda kazanç elde etmeyi ve bu yollarla kazanç artırmayı yasaklamıştır.

Ferdî Hürriyet

Ferdî hürriyet tümüyle kısıtlamalardan kurtulma özgürlüğü olarak ifade edilebilir. Ferdî hürriyet ruhi, ahlaki ve insani bütün değerlerden sıyrılma özgürlüğüdür. Aileyi paramparça edip aileyi ortadan kaldırma özgürlüğüdür. Adına bütün helak edici suçların işlendiği, bütün haramların mubah kabul edildiği özgürlüğün adıdır. Batı toplumlarını hayvani toplumlar hâline getiren özgürlüğün adıdır. İşte Batı insanını hayvanlardan daha aşağı seviyelere yuvarlayan bu özgürlüktür. Bu özgürlük anlayışında, kişinin yaşantısında arzu etmiş olduğu bir şekilde sonsuz tasarrufta bulunabileceği, devlet veya başka bir gücün kişi ile arzu ettiği yaşantının arasına giremeyeceği vurgulanmaktadır. Bu özgürlük kişiye zinayı, eşcinselliği, içki içmeyi, çıplaklığı, ne kadar adi ve aşağılık olursa olsun her türlü davranışı herhangi bir sınırlama, baskı ve zorlama olmaksızın uçsuz bucaksız bir hürriyetle serbest bırakmıştır.

Bu tür ferdî özgürlükler İslâm hükümleri ile tam anlamıyla zıtlık ifade etmektedir. İslâm’da ferdî özgürlük yoktur. Müslüman tüm davranışlarında Allah’ın emir ve yasaklarına bağlı kalmakla yükümlüdür. Kişi Allah’ın haram kıldığı bir işi yapması neticesinde günaha girer ve ağır müeyyidelere çarptırılır. İslâm zinayı, eşcinselliği, içkiyi, çıplaklığı ve benzer helak edici günahları haram kılmış, bunların her biri için bu suçları işlemekten caydırıcı cezalar koymuştur. İslâm üstün bir ahlaka, övülmeye değer bir karaktere sahip olmayı emrederek İslâm toplumunu iffetli, temiz ve üstün değerlere sahip bir toplum hâline getirmiştir.

Bütün bu açıklamalardan sonra gayet açık bir şekilde anlaşılmış olmalıdır ki Batı kültürü, değer sistemleri, hayata bakış açısı, demokrasi ve hürriyetler fikri, İslâm’la ve İslâmi hükümlerle tam anlamıyla çelişki hâlindedir. Bunların hepsi küfür düşünceleridir. [Bkz. Demokrasi Küfür Nizamıdır Abdulkadim Zellûm]

Hizb-ut Tahrir’in Şûraya Bakışı

Hizb-ut Tahrir, şûranın İslâm’dan olduğunu açıkça ifade eder. Zira şûranın varlığının delili Kur’an’da geçen şu ayetlerdir:

وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ

“İş hususunda onlara danış.” [Âli İmran Suresi 159]

وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ

“Onların işleri aralarında şûra iledir.” [Şûra Suresi 38]

İstişare/şûra ile ilgili bu ayetler, Müslümanların kendi aralarında mubah veya mendup olan iki husus üzerinde kendileri için daha hayırlı olanı tespit etmek için birbirleri ile istişare etmeyi, birbirlerine danışmayı ifade etmektedir. Şûra tüm Müslümanların, başta halife olmak üzere bütün yöneticiler üzerindeki hakkıdır. Şûra/istişare mendup bir amel olup Allah’ın mubah kıldığı dairede alınan kararların daha isabetli olması için yapılan görüş alışverişidir. Hizb-ut Tahrir şûraya böyle bakmaktadır. Ancak günümüzde bazı insan ve gruplar şûra ile ilgili bu ayetlerin kapsama alanını genişleterek her meselede şûranın yapılması gerektiğini ve bunun farz olduğunu söylemektedirler. Hatta daha da ileri giderek İslâm’a göre küfür bir nizam olan demokrasiyi İslâm’dan göstermek için şûra ile ilgili bu ayetleri delil gibi kullanmaktadırlar. Öyle ki demokratik parlamentonun bir istişare meclisi olduğunu söyleyebilmektedirler. Hâlbuki bu ayetlerden yola çıkılarak her meselede şûra yapmak mümkün değildir. İslâm’ın açık ve kati hükümleri şûraya/görüşe asla götürülemez/sunulamaz. Çünkü şûra ile ilgili bu ayetler mutlak bir talebi içermektedir. Bu talebin farz mı, mendup mu ya da mubah mı olup olmadığını akıl veya vakıa değil, şer’î karineler belirleyecektir.

Ayette yer alan istişare isteği (şûra yapılma talebi) vücup/farziyeti ifade edecek bir karine ile birlikte gelmemektedir. Tam tersine farz manasının dışında bir manada gelmiştir. Şöyle ki: Ayette geçen فِي الأَمْرِ “iş hususunda” ifadesi, türü ne olursa olsun, her hususta istişareyi ifade etmektedir. Ancak farz ve haramlar gibi nasslarla açıklanmış, insanların görüş belirtmelerine hatta istişare yapmalarına imkân bırakmayan şer’î hükümler vardır. Çünkü Şâri (kanun koyucu) yalnızca Allah’tır. Tek hâkim O’dur ve hüküm O’na aittir. Zira Allah Subhanehû ve Teâlâ ayet-i kerimelerde şöyle buyurmaktadır:

إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ 

“Hüküm (koymak) ancak Allah’a aittir.” [Yusuf Suresi 40]

اتَّبِعُواْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ

“Rabbinizden size indirilene tabi olun.” [Araf Suresi 3]

وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا 

“Rasul size her ne getirdiyse onu alın ve her neyden sizi men ettiyse ondan da kaçının.” [Haşr Suresi 7]

Bu ve daha birçok ayet, İslâm’ın kesin talep ile emrettiği farz ya da kesin nehiy ile yasakladığı haram meselelerde insanlara danışmanın hiçbir kıymet ve yerinin olmadığını göstermektedir. Öyleyse istişare veya şûra, farzların ve haramların dışında kalan mubah işler için söz konusudur. İşte bu, şûranın farziyetini ve kesinliğini ortadan kaldıran bir karinedir.

Aynı ayette yer alan فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ “Artık kararını verdiğinde de Allah’a güven.” [Âli İmran Suresi 159] ayetindeki إِذَا عَزَمْتَ  “kararını verdiğinde” ifadesi karar verme yetkisinin doğrudan doğruya Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e bırakıldığının delilidir. Bu ifade de karar almada danışmanlara yer verilmemektedir. İstişare yapmanın farz olmadığının ikinci karinesi de budur.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sahabelere danışmadan valileri, kadıları, kâtipleri, seriye emirlerini ve ordu komutanlarını tayin etmesi, antlaşmalar yapması, elçiler ve heyetler göndermesi gibi doğrudan doğruya kendi kararıyla yaptığı işlerin tümü, ayette yer alan danışma talebinin kesinlik ve farziyet ifade etmediğinin üçüncü karinesini teşkil etmektedir. Eğer ayette yer alan وَشَاوِرْهُمْ “onlara danış” ifadesi kesinlik ve farziyet manasında olmuş olsaydı Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu işlerin tümünde Sahabelere danışırdı.

Şûra, meşura ve istişare kelimeleri ile ifade edilen danışma olayı farz olmadığına göre, deliller ve karineler dikkatlice incelendiğinde şûranın mendup ve müstehap olduğunu görürüz.

Buraya kadar anlatılanlar Hizb-ut Tahrir’in genel anlamda İslâm’daki şûra ile ilgili görüşleridir. Bununla birlikte parti, davet çalışmasında fikir ve metot ile ilgili olmayan hususlarda yani üslup/strateji belirleme konularında şûraya oldukça önem vermekte, davet için üslup belirlemede, araç ve göreve uygun insan seçiminde mutlaka şûra yapmaktadır.

Demokratik Seçimlerde Oy Kullanmaya Bakışı

Demokratik seçimlerin vakıası, gerek vekâlet verme gerekse meclislerin yaptıkları işler açısından İslâm’a uygun değildir. Demokratik sistemin yasama kurumu olan meclis, insanların toplumsal yaşantılarında, bireylerin birbirleriyle, devletle, sosyal, ekonomik ve siyasi işlerinde uyacakları kuralları, hükümleri, ölçüleri, emir ve yasakları, kanunları belirleyen yapıdır. Meclisteki vekiller,  yasama ve yürütme hususlarında kararların alınmasında halkı temsilen seçilirler. Mecliste yasama işini bizzat yürütürlerken yürütme işini yerine getirmesi için kurulan hükümete halkın kendilerine verdiği yetkiye dayanarak güvenoyu verirler.

Daha önce de ifade edildiği gibi meclise seçilen vekillerin yaptığı yasama/teşri, halkın hayatlarını tanzim edeceği kanunların çıkarılması, bir başka deyişle bireylerin diğer bireylerle, eşyalarla, devletle olan ilişkilerini düzenleyen sosyal, iktisadi ve siyasi işlerinde uyacakları kaidelerin, hükümlerin, ölçülerin belirlenmesidir. Yürütme ise halkın, vekillerinin verdiği güvenoyuyla oluşturulan hükümetin daha önce alınmış ve alınacak olan teşri kararlarının icra edilmesidir. Seçmen bir tür müvekkil, seçilen de bir tür vekildir. Vekil ise asıl gibidir. Yani asıl olan kişi, vekil olan kişinin vekâlete konu olan tasarruflarından sorumludur. Buna göre herhangi bir şahsa veya partiye oy veren bir seçmen, oy verdiği partinin veya şahsın seçilmesi hâlinde elde edeceği bu vekâlet ile yapacağı her işin, kötülüğün, cürmün ve haksızlığın günahını, oy vererek kabul etmiş olur. Mesela siz bir partiye veya bir şahsa oy verseniz onun yaptığı tüm haram işlemlerin, izin verdiği zinaların, imzaladığı tüm anlaşmaların, verdiği tüm ihalelerdeki yolsuzlukların ve peşkeş çektiği tüm yetim mallarının asıl sorumlusu olursunuz. Bu fiil herhangi bir insanın altından kalkamayacağı, kıyamet gününde hesabını veremeyeceği ve hiçbir mazeret de sunamayacağı ağır bir sorumluluktur.

İşte meclis seçimleri bu iki işi yapmak için meclise üye seçimidir. Bu nedenle meclis hakkındaki şer’î hüküm meclisin vakıasına, vekillerin yaptıkları işlere, ona üye olma ve üyeyi seçme keyfiyetine göre verilmelidir. Bu münasebetle genel olarak seçim, yöneticileri İslâm esasına göre muhasebe etmek için ümmetten bir vekâlet ise bunun için aday olmak ve bu adayları seçmek caizdir. Eğer haram ameller yapmak için ümmetten alınan bir vekâlet ise aday olmak da bu adayları seçmek de haramdır.

İslâm memleketlerindeki meclisler, demokrasi ile idare edilen kâfir Batılı devletlerdeki meclislerin birer taklidi olup o meclislerin yaptıkları işlerin aynısını yapmakta, İslâmi olmayan nizam ve kanunları çıkarmaktadırlar. Daha doğrusu İslâm’a tamamen aykırı olan nizamları uygulama ve kanunları çıkarma işlerini yapmaktadırlar. Bu ise İslâm’ın haram kıldığı bir amel, İslâm’a göre rablik iddia etmektir ki Allah Subhanehû ve Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:

اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ

“Hahamlarını ve rahiplerini Allah’ın dışında birer rab edindiler. Meryem’in oğlu Mesih’i de (İsa’yı da) bir rab olarak kabul ettiler.” [Tevbe Suresi 31]

Demokratik seçimlerin vakıası gereği seçilen vekiller, hâkimiyeti yani teşri yetkisini kendilerinde görmektedirler. Bu vekiller kanun tekliflerini görüşür, “kabul” veya “ret” oyunu laikliğin gereği olarak vahyin dışındaki değerlere göre verirler. Allah’ın hüküm koyuculuğunu bir kenara iterler ve O’nun hükümlerine aykırı hükümleri kabul ederek “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ilkesi ileإِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ  “Hüküm (koymak) ancak Allah’a aittir.” [Yusuf Suresi 40] ayetini çiğnemiş olurlar.

Eğer bir vekil,  Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmeyi geri getirmeye davet etmek, küfür hükümleri ile hükmedilmesiyle savaşmak veya yöneticileri hesaba çekmek için adaylığını koyarsa bu adaya oy vermek caizdir ve bir sakıncası yoktur. Fakat bu aday İslâmi olmayan yasama işlerine katılmak, zalimlere güvenoyu vermek ve buna benzer işler yaptığı zaman ona oy vermek haramdır. Müslümanların bu tür adayları seçmek için seçime katılmaları asla caiz değildir. Çünkü bu, harama götüren bir vesiledir ve şer’î kaide bize [اَلْوَسِيلَةُ اِلىَ الْحَرَامِ حَرَامٌ] “Harama götüren vesile haramdır.” demektedir. Ayrıca bu günah olan bir işi yapmak için yapılan yardımlaşmadır. Günah olan bir işi yapmak için yapılan yardımlaşma da haram kılınmıştır.

Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

“Hayır ve takva işleri yapmak üzerinde yardımlaşın. Günah olan bir işi yapmak ve haklara tecavüz etmek üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” [Maide Suresi 2]

Dolayısıyla demokratik seçim küfür nizamlarını ve küfür kanunlarını uygulayan yöneticilerin Allah’ın indirdikleri ile hükmetmemesine rıza göstermek, onları o mevkiye getirmek, günah işlemek için yardımlaşmak, zalimlerin yaptıkları zulme destek olmak demektir. Hâlbuki bütün bu işler müminlere haram kılınmıştır. Bununla birlikte bir milletvekili aday olmak için İslâmi olmayan anayasayı kabul eder, bu anayasayı savunur, ona uyar, onu korumak üzere bir yemin ederse bu adaylık hiçbir şekilde caiz olmaz. Hatta bir vekil mecliste yemin etmese ve yasama işleri ve diğer meclis işlerine katılmasa bile Allah’a açıkça isyanın yapıldığı bir yerde tepkisiz bir şekilde o cürmü işleyenlerle beraber otursa Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın şu hükmüne aykırı davranmış olacaktır:

وَإِذَا رَأَيْتَ الَّذِينَ يَخُوضُونَ فِي آيَاتِنَا فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتَّى يَخُوضُواْ فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ وَإِمَّا يُنسِيَنَّكَ الشَّيْطَانُ فَلاَ تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرَى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

“Ayetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma.” [Enam Suresi 68]

Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Anayasanın uygulanmasını ve devlet organlarının organize olarak uyumlu iş yapabilmesini garanti eder. Demokratik sistemlerde meclislere üye olanlar hakkında yukarıda açıklanan şer’î hüküm cumhurbaşkanı için de geçerlidir. Dolayısıyla bir Müslüman’ın demokratik parlamenter sistemde cumhurbaşkanı adayı olması caiz olmadığı gibi herhangi bir adaya oy vererek onu desteklemesi de caiz değildir.

Belediye seçimleri de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Mahallî seçimlerle getirilen belediye başkanlarının idareleri döneminde yapacakları tüm ameller siyasi işlerdir. Dolayısıyla seçimlere katılan belediye başkanı, işlerin yürütülmesi noktasında mevcut kanunlar dışında hareket edemeyeceklerinden, belediyecilik işlerinden olan işyeri açma ve kapatma izinleri, kumarhaneler, birahaneler ve genelevlere dair işletme açma müsaadesi konularında demokratik laik nizamın kanunları doğrultusunda hareket edeceklerdir. Demokratik sistemlerdeki kanunlar, Allah Subhanehû ve Teâlâ’dan gelen vahyi değil, yalnız insan aklını ölçü alıp ona dayandığı için haramdır. Dolayısıyla bu şartlar altında mevcut düzen içerisinde mahallî seçimlerde belediye başkanlığı yapmak ve bu seçimlerde adaylardan birine oy vermek de caizdir değildir.

Bu konuda, Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

وَلاَ تَقُولُواْ لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَذَا حَلاَلٌ وَهَذَا حَرَامٌ لِّتَفْتَرُواْ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ

“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak ‘Bu helâldir, şu da haramdır.’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz, Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” [Nahl Suresi 116]

Yine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu kavlini hatırlatıyoruz:

سَيَأْتِي عَلَى النَّاسِ سَنَوَاتٌ خَدَّاعَاتُ يُصَدَّقُ فِيهَا الْكَاذِبُ وَيُكَذَّبُ فِيهَا الصَّادِقُ وَيُؤْتَمَنُ فِيهَا الْخَائِنُ وَيُخَوَّنُ فِيهَا الأَمِينُ وَيَنْطِقُ فِيهَا الرُّوَيْبِضَةُ قِيلَ وَمَا الرُّوَيْبِضَةُ قَالَ الرَّجُلُ التَّافِهُ فِي أَمْرِ الْعَامَّةِ

İnsanlara öyle aldatıcı yıllar gelecek ki o zaman yalancılar doğrulanacak, doğru sözlüler de yalanlanacaklardır. O zaman hainlere güvenilecek, güvenilir olanlar da ihanetle suçlanacaklardır. İşte o zaman ruveybida konuşacaktır. Denildi ki ruveybida da nedir? Buyurdu ki kamunun işleri hakkında (söz sahibi olan) müptezel adamdır!” [İbnu Mace]

O hâlde mevcut siyasi partilerden herhangi bir siyasi partiye girerek belediye başkan adayı olmak ve bu adaya oy vermek haramdır. Bağımsız adaylardan belediye başkanı yahut belediye meclis üyesine oy verebilmenin şartı ancak onun içki satış yeri, genelev işletme ruhsatı vermek gibi haram işler işlemeyeceğine kesin kanaat getirmektir. Eğer adaylar belediye başkanı yahut belediye meclis üyesi olduğunda böylesi haram işlerden uzak duracaklarına dair söz verirler ve bu kimseler sözlerine güvenilecek kimseler ise o takdirde onlara oy vermek caiz olur. Zira oy vermek vekâlet vermektir. Haram bir iş yapacağı bilinen bir kişiye vekâlet vermek haramdır. Belediye seçimlerine bağımsız aday olanlar için geçerli şartlar muhtar için de aranır. Yani muhtar adayı şeriatın helal ve haram ölçüsü içerisinde kalacağına dair sözüne güvenilir bir kimse ise oy vermek caizdir. Eğer helal haram gözetmeyen biri ise oy vermek caiz olmaz.

Tüm bu izahatlardan sonra Hizb-ut Tahrir olarak Müslümanlara şu nasihati ediyoruz: Demokrasinin, toplumları aldatan bir yalan olduğu aşikârdır. Demokrasi, insanları Allah’a kulluktan kula kulluğa götürmekte, Allah’tan başka ilah olmadığı hâlde beşeri ilahlaştırmaktadır. Zira bugün demokrasi, sömürgeciliğin ana sütunlarından biridir ve dünya çapında mazlum halkları köleleştirmek için kullanılmaktadır. Batılıların İslâm topraklarını işgal ederken “Demokrasi getirmeye geldik.” demeleri bunun göstergesidir. Batılı devletlerin dünyaya pazarladıkları bu rüya, kendi ülkelerinde bile kaos ve yıkıma yol açmıştır. Beşer mahsulü kanunlar, insan fıtratına ve Allah’ın yarattığı tabiata aykırı olduğundan tüm toplumsal düzenler altüst olmuş ve insan insanlığından çıkmıştır.

Demokrasinin ve demokratik seçimlerin vakıası her akıl sahibi nezdinde gayet açıktır. Bu fasit rejim, Osmanlı Hilâfet Devleti’nden sonra biz Müslümanlara zorla dayatılmıştır. O hâlde bu küfür sisteminin bekasını uzatacak olan demokratik seçimlerin tamamından uzak durmak, bu harama ortak olmamak, böylece laik rejimin bekasını uzatmamak her Müslüman’ın öncelikli vazifelerindendir.  Aksini yapanlar ise büyük bir günaha ve ağır bir vebale ortak olacaklardır.

Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ

“Yoksa onlar cahiliye yönetimini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, yönetimi Allah’tan daha güzel kim vardır?” [Maide Suresi 50]

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
Yorumunuz başarıyla gönderildi. Editör onayından geçtikten sonra sayfada yayınlanacaktır.
Yorumunuz iletilirken bir hatayla karşılaşıldı. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.