HAFTALIK GÜNDEM DEĞERLENDİRME

Haftalık Değerlendirme Toplantısı - 15 Ekim 2024

Mahmut Kar, "Sayın Erdoğan kürsülerden; "İslam dünyası ne zaman adım atacak" diye soruyorsunuz. Bu sorunun asıl muhatabı sizsiniz, kime soruyorsunuz?"

“İSRAİL”İN BÖLGESEL SAVAŞ TEHDİDİ  

Haftalık Gündem Değerlendirme Toplantımıza hepiniz hoş geldiniz. Yine en asli gündemimiz, asla tali gündem olarak görmeyeceğimiz Filistin ile başlamak istiyorum toplantımıza… Yahudi varlığı "İsrail", bir yandan Gazze'deki katliamlarını sürdürürken, diğer taraftan savaşın sınırlarını genişleterek 15 gündür Lübnan’ı bombalıyor. Şimdiden 1,2 milyon insan yerinden edildi, binlerce masum sivil Siyonist haydutlar tarafından öldürüldü. Bu öyle bir savaş ki ne ölçüsü, ne ahlakı, ne de hukuku var. Birkaç istisna dışında, dünyadaki tüm devletler, bilhassa sömürgeci Batı ve İslam beldelerinin işbirlikçi yönetimleri, İsrail’in 7 Ekim’de yerle bir olan sahte itibarını tekrar kazanabilmesi için yarış halindeler. Düşünün, Yahudi varlığı İran’ı vuruyor, Lübnan’ı vuruyor, Suriye’yi vuruyor, Yemen’i vuruyor; bu ülkelerin hiçbiri İsrail’e adam gibi karşılık vermiyor. Hiçbir devlet ordusunu harekete geçirmiyor. 

Neden? Çünkü karşılık verildiğinde Yahudi varlığının yok olup gideceğini ve sıranın kendilerine geleceğini çok iyi biliyorlar. Bu sebeple, bir yıldır Yahudi varlığına karşı gerçek bir savaş yürüten Gazze’nin kahraman mücahitlerini yüzüstü bıraktılar. Aynı şekilde, 192 üyesi olan ve sözde dünya barışını korumak için kurulan Birleşmiş Milletler, İsrail’in saldırganlığını durdurmak için somut bir adım atmıyor, bağlayıcı bir karar almıyor. Hatta bırakın karar almayı, Yahudileri incitecek söz söylemekten bile kaçınıyor. Güvenlik Konseyi üyeleri hep bir ağızdan şu aşağılık yalanı söylüyor: "İsrail’in kendisini savunma hakkı var."

Yahudi varlığını küstahlaştırıp cesaretlendiren işte bu yalandır. İşgalci varlık, işlediği tüm suçları bu yalan üzerine bina etmektedir. Bu yalan sayesinde İsrail, Birleşmiş Milletler güçlerine saldırma hakkını kendisinde görebiliyor. İsrail, Lübnan’ın güneyindeki BM barış güçlerine tam dört kez saldırdı ve onlarca BM askerini yaraladı. Küstah Netanyahu, BM güçlerine yapılan bu saldırıları "İsrail’in kendini savunma hakkı" olduğunu söyleyerek savundu ve Barış Güçlerinin bölgeyi terk etmesi gerektiğini belirtti. Bu durum, Birleşmiş Milletler'in artık tamamen iflas ettiğinin ilanıdır. Peki, iflas eden, ifşa olan sadece Birleşmiş Milletler mi? Hayır! Müslümanlar olarak biz zaten BM’den bir şey beklemiyoruz. Bizim için asıl ifşa olan, İslam beldelerinin ikiyüzlü yönetimleridir. 

Bakınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı her açıklamada, konuştuğu her kürsüde, katıldığı her programda Türkiye’nin Filistin halkının yanında olduğundan bahsediyor. Nasıl kınadıklarını, nasıl miting yaptıklarını, ne kadar insani yardımda bulunduklarını anlatıyor. BM’yi eleştiriyor, İslam dünyasını sessiz kalmakla suçluyor, kendisi hariç herkese görev ve sorumluluk hatırlatması yapıyor. Daha önemlisi, sanki bir devlet başkanı gibi değil de bir sivil toplum kuruluşu temsilcisiymiş gibi davranıyor. Rabbimizin buyurduğu gibi başkasına nasihat ederken kendisini unutuyor. BM’nin kendi askerlerini bile korumaktan aciz olduğunu söylüyor, sonra da şaka yapar gibi çözüm için BM’yi göreve çağırıyor. Filistin’in yanında sapasağlam durduğunu iddia ediyor fakat Gazze’ye bir koli gıda bile sokamadığı gibi Yahudi varlığına Türkiye üzerinden petrol sevkiyatını da durdurmuyor. "Gazze’den sonra Lübnan’a yapılan saldırı, insanlığın Siyonizm’i tanımasına sebep oldu" diyor. 

Sözleriniz gerçeği yansıtmıyor, Sayın Erdoğan! İnsanlık Siyonizm’in ne olduğunu 76 yıldır sürdürdüğü işgal ve katliamlardan zaten tanıyor. İnsanlık bu süreçte uluslararası sistemi tanıdı. İslam ümmeti de sizi daha iyi tanımış oldu. 57 liderin bir halife etmediğini cümle âlem görmüş oldu. Sayın Erdoğan kürsülerden; "İslam dünyası ne zaman adım atacak" diye soruyorsunuz. Bu sorunun asıl muhatabı sizsiniz, kime soruyorsunuz? Bu sorunun asıl muhatabı, âlimlerin "Gazze için orduları harekete geçirmek farzdır" fetvasını görmezden gelen, olağanüstü zirveler düzenleyip sadece kınama kararları alan İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi tüm devletlerdir.  Dolayısıyla, boşuna "Dünya 5’ten büyüktür" sloganları ile sorunun üzerini kapatmayın.  Zira siz de o ikiyüzlü kapitalist dünyanın bir parçasısınız. 5 sömürgeci devletin dost ve müttefikisiniz. Eğer dünyaya bir çağrı yapmak istiyorsanız şunu söyleyin: Dünya Hilafete muhtaçtır. Filistin ve işgal altındaki tüm İslam beldeleri Hilafet ile özgürlüğüne kavuşacaktır.

80 MİLYARLIK VERGİ PAKETİ 

Sadece Filistin değil beldelerimizin birçoğu işgal altında… Henüz 2003’te Ak Parti iktidar koltuğuna daha yeni oturduğunda Amerika Irak’ı işgal etmişti ve Türkiye ABD’den gelecek birkaç milyar dolar karşılığında 1 Mart tezkeresini meclise getirmişti. Afganistan toprakları işgal edildiğinde bu iktidar ABD’ye destek için NATO müttefiki olarak Afganistan’a asker göndermişti. Yanı başımızda Suriye toprakları; ABD, Batılı devletler ve Rusya’nın işgali altında… Mazlum Suriye halkını misafir etme karşılığında Avrupa Birliği’nin vaadettiği fon gecikince kapıları açarım diyerek muhacirler ile AB tehdit edilmişti. On yıllardır işgal altında olan Doğu Türkistan’da yaşanan zulümler Çin ile yapılan ticaret için yok sayılmış ve Doğu Türkistan Çin toprağı olarak görülmüştü. 

Şimdi bir yıldır Gazze Yahudi varlığının işgali altında, Gazze’de büyük bir soykırım yaşanıyor. Biraz önce de bahsettiğim gibi savaşı Lübnan’a taşıdı bu haydutlar… Türkiye geçen bu bir yılda hiçbir şey yapmadı, aksine işgalci varlık ile ticareti devam ettirdi, can Azerbaycan dediği ülkenin “İsrail”e petrol sevkiyatını durdurmadı. Şimdi bugün “İsrail” bizi tehdit ediyor, savaş bizim topraklarımıza geliyor, bu sebeple savunma sanayimizi güçlendirmemiz lazım” diyerek yeni vergi paketlerini halkın sırtına yüklüyor. Evet, hamisi olduğunu iddia ettiği Kudüs’ü, Filistin’i, Gazze’yi sahipsiz bırakanlar şimdi “İsrail bize tehdit” diyerek halktan para toplamanın derdine düştüler. 

Ak Parti grubu geçen hafta Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na yeni kaynak sağlamak için hazırlanan yasa teklifini TBMM Başkanlığı’na sundu. Teklif, kredi limiti 100 bin lira üzerinde olan kartlardan her yıl 750 TL fon kesintisini öngörüyor. Bununla beraber sıfır araç alımlarından 3 bin, ikinci el araç ve gayrimenkul alım satımlarından 1500 TL zorunlu fon kesintisi yapılması planlanıyor. Kanun Teklifi'ni meclise sunan Ak parti Grup Başkanı Abdullah Güler, zorunlu fon kesintisini, “İsrail’in bir sonraki hedefinin Türkiye olması” ihtimaline dayandırıyor. Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek hakeza aynı şekilde, "Zor bir coğrafyadayız, Türkiye’nin caydırıcılık gücünü artırmalıyız" diyerek bu yeni vergileri gerekçelendirdi. Şu bilgiyi de sizlerle paylaşayım daha yeni birkaç saat önce iktidar partisi bu yasa teklifini 2025 yılına ertelendiğini duyurdu. Yani olacak ama tepkiler fazla olunca ertelediler. 

Öncelikle şunun altını çizeyim, biz her halükarda Türkiye’nin savunma ve ağır sanayisinin güçlenmesinden, askeri kapasitesinin büyümesinden yanayız. Bu konuda yapılacak yatırımların karşısında değil yanındayız. Eğer ki halkın, Müslümanların, malını, canını, servetlerini korumak, tehditlere karşı dirençli ve güçlü olmak için savunma sanayinin güçlendirilmesi gerekiyorsa yapılsın. Ancak bunun için gerekli kaynak zaten kıt kanaat geçinen halktan değil servetin %40’ına yani neredeyse servetin yarısına sahip olan %1lik kesimden, zengin sınıftan alınması lazım. Savunma sanayini güçlendirmek için gerekli fon işte bunlardan tahsil edilmesi lazım. Peki,  iktidar ne yapıyor, bugünkü yöneticiler ne yapıyor, bankalar üzerinden kredi kartı vererek taksitli ve faizli alışverişe mahkûm ettikleri 35 milyon insanın sırtına yüklüyor bu vergiyi… Bu 35 milyon insanın 30 milyondan fazlası zaten bankalara faiz borcu olan dar gelirli vatandaş. Evine beyaz eşya alacak kredi kartına başvuruyor, evladını evlendirecek kredi kartına başvuruyor. Neden, çünkü elde avuçta para yok, tefeci bankalar halkın sırtına binmiş adeta sömürüyorlar. Sonra sayın ekonomi bakanı çıkıyor, “zor bir coğrafyadayız gücümüzü artırmalıyız” diyor. Tamam, artırın Sayın Şimşek ama kaynağı niye halkın sırtına yüklüyorsunuz ülkenin en yüksek kar eden tefeci bankalarına çöksenize… Faizden iyi kazandınız, getirin kazançlarınızın %10’unu devlete verin bakalım desenize… Vergi indirimi yaparak, borçlarını silerek servetlerini artırdığınız holdinglere, şirketlere niçin bir şey yüklemiyorsunuz? 

Bu vergi paketi nedir biliyor musunuz? Cebinde parası olmayan vatandaşın cüzdanındaki karta göz dikerek onu bankaya faizle borçlandırmaktır. Bu devlet tefeciliğinden başka bir şey değildir. Birde meselenin başka bir boyutu var, Türkiye her ne kadar yerli ve milli savunma sistemlerini geliştirmiş olsa parası ödenmiş F35’leri Amerika’dan alamıyoruz, Rusya’dan aldığımız S-400 füze rampalarını kullanamıyoruz. Ürettiğimiz İHA ve SİHA’lar Batı ile işbirliği içinde olan Afrika’daki yönetimlere satılıyor ve bu kukla yönetimler bunları Müslümanları katletmek için kullanıyor. 1 yıl oldu Gazze’de işgalci “İsrail” taş üstünde taş bırakmadı bizim ürettiğimiz İHA ve SİHA’lardan bir tanesi bu işgalci çeteye bir saldırı gerçekleştirmedi. Bırakın kullanmayı “İsrail” bizim bu gücümüzden herhangi bir endişe de duymuyor. Savunma sanayimizin ve askeri gücümüzün caydırıcılığı nasıl olacak? Petrol zengini körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan onlarda parayla silah alıyorlar. Ama “İsrail” karşısında kıllarını dahi kıpırdatmıyorlar. O halde Türkiye’nin onlardan farkı ne? 

Hülasa, bugün “Filistin’in Geleceği” konferansında konuşan Cumhurbaşkanı’na soruyoruz; yıllardır konuşuyorsunuz, artık bir karar verin; “İsrail” Türkiye’nin dostu mu, yoksa Türkiye’ye tehdit mi? Biz Allah’ın emri gereği Yahudileri hep düşman belledik, onlarla hiçbir gün hiçbir zaman dost olmadık elhamdülillah. Ama siz daha 7 Ekim’den 17 gün önce katil Netanyahu ile Türk Evi’nde görüştünüz, Ankara’ya davet ettiniz, Tel Aviv’e gideceğinizi söylediniz. 2 yıl önce Herzog’u Ankara’da en üst düzeyde törenle ağırladınız. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı YouTube hesabında “İsrail” Türkiye dostluğunu anlatan video belgesel hala daha duruyor. Artık bir karar verin, İsrail bir “devlet” mi yoksa işgalci bir varlıklı mı? Biz “İsrail”i 1948’den beri işgalci gasıp varlık olarak tanımladık. Siz şimdi bugün “devlet diyemem” diyorsunuz, ama daha önce “İsrail” devletinin yaşama hakkını kimsenin tehdit etmesine Türkiye razı olmayacaktır.”dediniz. Artık bir karar verin, sizin u dönüşleriniz o kadar çok ki Müslümanlar size inanmıyor. Yarın savaş sona erdiğinde bu işgalci varlığın haydut ve katil yöneticileri ile dostluk pozu vermeyeceğinizi kimse garanti etmiyor. Çünkü bunu çok yaptınız. 

YENİ ANAYASA TARTIŞMALARI

Son günlerde yine Anayasa tartışmalarına şahit olmaktayız. Bu tartışma Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş katıldığı bir programda yaptığı açıklama ile alevlendi. Kurtulmuş, Anayasa'nın 3. maddesindeki, "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" tabirinin değişmesi gerektiğini söyleyerek, "Devletin ülkesi olmaz. Devletin milleti olmaz. Bu metin, 'Milletin devleti ve ülkelisiyle bölünmez bütünlüğü' şeklinde ifade edilmelidir.” şeklinde bir açıklama yapınca laik Kemalist kesimde kızılca kıyamet koptu ve tepkiler yağmaya başladı.  CHP Genel Başkanı Özgür Özel "İlk dört maddeye el uzatanın elini kıracağız" açıklamasında bulundu. Gelen tepkiler üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklama yapmak zorunda kaldı ve “Anayasa'nın ilk 4 maddesiyle ilgili partimizin ve Cumhur ittifakı'nın herhangi sorununun olmadığını söyledi ve ilk 4 madde üzerinden yapılan tartışmaların sürece katkısı olmadığını ifade etti.

İşte burası Türkiye! İşte bu da Türkiye’de yürütülen adına siyaset dedikleri ikiyüzlülüğün resmi! Halkın egemenliğinden, çoğulculuktan bahsedenler laikliği ve cumhuriyeti halktan korumak gerektiğini kendi ağızlarıyla itiraf ederek gerçek yüzlerini ortaya koyuyorlar. Bunlara sormak lazım sizin için bu halk ne ifade ediyor? Bakın Türkiye’de oturtmak istedikleri siyaseti, bu siyasette halkın konumunu Milli Şefiniz İsmet İnönü nasıl ifade etmişti. Şöyle diyor İnönü; “Milli egemenlik süslü bir kelimeden ibarettir. Böyle bir şey yoktur. Bütün dünyada geçerli olduğu gibi mesele elit azınlığın cahil çoğunluğu yönetmesidir. O elit azınlığın başlarına menfaat yularını geçirip hazine yemliğine bağladın mı bütün idare yoluna girer ve düzenli işler.”

Evet, Cumhuriyetin kurucu kadrosunu oluşturan bu elit azınlık; halkın birinci düşmanının halkın kendisi olduğuna inanır. İşte bu nedenle de hiçbir zaman gerçek manada egemenliği halka vermemiştir. Nitekim Cumhuriyet tarihinde iki Anayasa kabul edilmiştir. Her iki Anayasa’nın ortak özelliği darbeci askerler tarafından hazırlanmış olmasıdır. Gerçi şaşırmamak lazım, Cumhuriyetin kuruluşu ve Hilafetin ilgasında da halkın görüşü dikkate alınmamıştı. Halkın seçtiği vekillerin yokluğunda toplantı yeter sayısına ulaşmamış olmasına rağmen gayri hukuki bir şekilde oylama yapılarak Cumhuriyet ilan edilmiş ardından da aynı yöntemle Hilafet ilga edilmişti.

Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar zihniyet aynı zihniyettir. Bu zihniyet halkı halkın düşmanı olarak gören zihniyettir. Bu ülkede resmi olarak 139 tane siyasi parti mevcuttur. Bu siyasi partilerin tamamı da Cumhuriyet Halk Partisinin belirlemiş olduğu esaslara uymak zorundadır. Dolayısıyla bu partilerin kendi ideolojik bir fikirleri yoktur olamaz da. Bunlar olsa olsa CHP türevi siyasi partilerdir. Siyasi Partiler Kanunun 84. Maddesinde; “Siyasi partiler Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini korumak amacını güden partilerdir.” denildikten sonra tek tek devrim kanunları sayılmakta ve partilerin bu kanunlara aykırı amaç güdemeyecekleri ve faaliyette bulunamayacakları yazılmaktadır. 86. madde de ise “Siyasi partiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar.” denilmektedir. 

Yani durum şu; şunu diyorlar; “düşünce özgürlüğü evet var ama benim çizdiğim sınırlarda düşünebilirsiniz. Siyasi parti evet kurabilirsiniz ama benim çizdiğim sınırlarda faaliyet gösterebilirsiniz.” “Halkın egemenliği evet bu esasımız ama halkın egemenliği laiklikten önce değildir.” Diyorlar. İşte böyle bir sistemde “Sivil anayasa” yapılacakmış. İlk dört maddesine dokunulmayacakmış. Görmüyor musunuz, düşünmüyor musunuz? Zaten sorunun kaynağı ilk dört maddede koruma altına alınmış vaziyette. Sorunun kaynağı laiklik, sorunun kaynağı egemenliğin yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah’tan alınıp bir avuç elit kesime devredilmesi!

Bu şartlar altında yapılacak olan sivil anayasa temel hiçbir sorunu çözemeyecektir. Zaten onların böyle bir amacı da yok! Hiç olmadı! Sivil anayasa tartışmalarının öbeğinde Erdoğan iktidarının uzatılması yatmaktadır. Dile getirilen diğer meseleler ise asıl değil talidir. Laik Kemalist sistemin icat ettiği “Kürt meselesi” için atılacak adımları ifade eden çözüm sürecinin yeniden hareketlenmesinin altında yatan gaye yine Erdoğan iktidarının uzatılmasından başka bir şey değildir. 

Buradan bir kez daha sesleniyoruz! Anayasa mı istiyorsunuz? İşte size Anayasa! İşte size İslam akidesine dayalı hayatın her alanını kuşatan şer’i hükümler esas alınarak hazırlanmış Anayasa! Bu anayasayı tatbik ederseniz kangren olmuş sorunları çözebilirsiniz! Bu anayasayı tatbik ederseniz zilletten izzete kavuşursunuz! Sömürgeci devletlerin aşağılamasından tasallutundan kurtulursunuz! Yeniden dünyaya nizam veren bir millet pozisyonuna yükselirsiniz! Bunu yapmazsanız, yenisinin eskisinden bir farkı olmayacaktır. Adaletsizlik, yoksulluk, sefalet ve aşağılanma devam edecektir.

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu

15 Ekim 2024

 

 

 

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
Yorumunuz başarıyla gönderildi. Editör onayından geçtikten sonra sayfada yayınlanacaktır.
Yorumunuz iletilirken bir hatayla karşılaşıldı. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.