KÜRT MESELESİNE BAKIŞI VE TERÖR SORUNUNA ÇÖZÜM ÖNERİSİ
Hizb-ut Tahrir "Kürt Meselesi" ve "Terör Sorunu"na yönelik bakışını ne konjonktür ne de reel politik yaklaşım üzerine bina etmemiştir. Aksine hem "Kürt Meselesi"ne yaklaşımı hem de "Terör Sorunu"na çözüm önerisi İslami esaslara dayalıdır.
Hizb-ut Tahrir’in Terör Meselesine Bakışı ve Çözüm Önerisi
Hizb-ut Tahrir’in çalışma metodunda cebir ve şiddeti, silahlı mücadele yöntemini benimsemediğini daha önceki sorulara verdiğimiz cevaplarda detaylı şekilde izah ettik. Bu soruya cevabımızda ise özelde Türkiye, genelde tüm İslâm beldelerinde meydana gelen terör hadiseleri ve terörün gerçek faillerinin kimler olduğuna yönelik bakışımız ve terör sorununa köklü çözüm önerimizi izah edeceğiz.
Öncelikle şunu açıkça söylüyoruz: Hizb-ut Tahrir Türkiye olarak biz bugüne kadar gerçekleşen her menfur saldırıdan, her terör hadisesinden sonra terör olaylarının hakikati hakkında kamuoyunu aydınlattık. Terörün gerçek failleri konusunda siyasetçileri ve yöneticileri uyardık. Teröre karşı olduğumuzu ve terör olaylarını gerçekleştiren şer güçlerini lanetlediğimizi ifade ettik. Şöyle ki 20 Temmuz 2015 günü Suruç’ta meydana gelen saldırıdan sonra “Suruç’taki Terör Saldırısının Gerçek Failleri Yeryüzünü Zulüm, Kan ve Gözyaşına Boğan Sömürgeci Batılılardır” başlıklı bir açıklama yayımladık. Hemen akabinde 2015 yılının ortalarında Güneydoğu’da çatışmalar yeniden baş gösterince “Müslüman Türk ve Müslüman Kürt Halkının Canına Kast Edenler Sömürgeci Amerika ve İngiltere’dir” başlıklı yeni bir açıklama ile bu kirli ve sinsi plan hakkında kamuoyu ve yöneticilere bakış açısı verdik. 6 Eylül 2015 tarihinde Hakkâri’de meydana gelen terör saldırısından sonra “Düştüğü Yeri Yakan Bu Ateş Dostlarınız Değişmediği Sürece Sönmez” dedik. 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara’da meydana gelen bombalı saldırıdan sonra yaptığımız açıklama da “Ankara Saldırısının Taşeronu Her Kim Olursa Olsun! Gerçek Failler Sömürgecilerdir” diyerek tekrar kamuoyunu ve yöneticileri uyardık. Yine 13 Mart 2016 tarihinde Ankara’da meydana gelen bir diğer saldırıdan sonra “Ankara Saldırısını Lanetliyor ve Faillerin Sömürgeciler Olduğunu Bir Kez Daha İlan Ediyoruz” dedik.
Bununla da yetinmedik, Hizb-ut Tahrir Türkiye olarak yıllardır çözüme kavuşturulamayan terör meselesini enine boyuna konuştuk, tartıştık ve terörün gerçek faillerinin kimler olduğuna ışık tuttuk. Terör meselesindeki çözümsüzlük buhranına köklü bir çözüm sunarak katkı sağlamak istedik. Bu konuda yani terör meselesi, terörün gerçek failleri ve bu sorunun köklü çözümü konusunda Nisan 2016’da kapsamlı bir kampanya çalışması yaparak bu konudaki ciddiyetimizi ortaya koyduk. 18-24 Nisan tarihleri arasında “Sömürgeciler Gitsin-Terör Bitsin” başlıklı bir kampanya gerçekleştirdik. Kampanya çerçevesinde terörün asıl kaynağı (failleri) olarak gösterilen ABD ve İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliklerine Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilayeti adına “Kan, Kaos ve Katliamdan Beslenerek Terör Estirdiğiniz Topraklarımızı Derhâl Terk Edin!” başlıklı birer mektup teslim edildi. Yine Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilayeti adına 21 Nisan 2016 Perşembe günü TBMM’ye terör yuvası hâlini alan ABD ve İngiltere büyükelçiliklerinin kapatılmasını, büyükelçiler dâhil tüm personelin istenmeyen adam ilan edilerek sınır dışı edilmesini talep eden yazılı bir dilekçe ile başvuruda bulunduk. Yine 22 Nisan 2016 tarihinde Ankara’da “Terör” başlıklı bir konferans tertip edildi. Bu konferansta terör meselesinin mahiyeti, İslâm’ın teröre bakışı, Batılıların terörizm algısı, terörün ağır bilançosu, bize kaybettirdikleri, gerçek faillerin sömürgeciler olduğu, terör olaylarını bitirmek için atılması gereken adımlar ve köklü çözüm konuşuldu. Tüm bu çalışmalardan sonra bu çalışmamızın kalıcı olması ve tarihe bir not düşülmesi için de “Sömürgeciler Gitsin-Terör Bitsin Kampanya Sonuç Bildirgesi”ni yayımlayarak kamuoyu ile paylaştık.
Yayımladığımız sonuç bildirgesinin giriş bölümündeki şu paragraflar Hizb-ut Tahrir'in terör ve terör olaylarına karşı tavrını, bakışını çok açık ortaya koymaktadır:
”مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا
“…Kim bir canı bir cana veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan (haksız yere) öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” [Maide Suresi 32]
İslâm, nefsin ve canın korunmasına böyle bakmaktadır. Yani İslâm öldüren değil, yaşatan bir dindir. Şanlı İslâm tarihine baktığımızda bunu net olarak görebiliriz. Çünkü bizler, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” diyerek devlet adamına öğüt veren bir ecdadın torunlarıyız.”
Terörün gerçek faillerinin kimler olduğu konusunda ise Hizb-ut Tahrir'in siyasi görüşü nettir. Bugün hem ülkemizde hem de dünyada meydana gelen bombalı saldırıların ve yaşanan terör olaylarının gerçek failleri, bin yıldır kendileri ile savaştığımız haçlı zihniyetli sömürgeci Batılılardır. Zira terör, özellikle Soğuk Savaş döneminden sonra Batılıların ürettiği gayri insani vahşi bir üsluptur. Siyasi ve ekonomik maslahatları için katletmekten çekinmeyen, çıkarları için her türlü yolu mubah görme anlayışa sahip olan ilkesizler, bu sömürgeci devletlerdir. İnsan hakları savunucusu, demokrasi pazarlamacısı ve barış elçisi kesilen bu sömürgeciler dünyayı kan gölüne çevirenlerdir. Müslümanlara karşı insani, İslâm’a karşı kutsal hiçbir değer taşımayanlar bunlardır.
Sömürgeci Batılılar tüm bu cürümlerinin üzerini örterek Müslümanları “terörist” olarak yaftalamaya çalışmaktadırlar. Kendilerine boğun eğmeyen, çıkarlarına hizmet etmeyen, İslâm’ı eskiden olduğu gibi yeniden hayat sahnesine döndürmek isteyen her Müslüman'ı “terörist” olarak görmektedirler. Bu nedenle Batı’daki düşünce kuruluşlarının hazırladığı raporlar üzerinden Müslümanları ılımlı ve radikal olarak tasnif etmeye çalışmaktadırlar. Zaman zaman bazı çete ve taşeronlar eliyle ve medya manipülasyonları ile “radikal İslâm’ın” ne kadar cani olduğunu ve ondan uzak durulması gerektiğini göstermeyi amaçlamaktadırlar. Üzülerek belirtmeliyiz ki İslâm’a göre öldürmenin hükmünü, şartlarını ve metodunu bilmeyen bazı cahiller de yaptıklarıyla onların bu kara propagandasına malzeme olmaktadır. İşte Hizb-ut Tahrir bu algı operasyonu ile karalanmaya çalışılan İslâmi siyasi bir partidir. Düşünebiliyor musunuz? Hiçbir cebir ve şiddet eylemini benimsememesine rağmen sadece İslâmi hayatı başlatacak Hilâfet projesini yeniden ikame etmek istediği için Batı'nın telkin ve talimatları ile İslâmi beldelerin bazılarında ve Türkiye'de terör örgütü muamelesi gören Hizb-ut Tahrir teröre karşı kampanya başlatıp bir türlü çözüm bulunamayan terör sorununa köklü çözüm önerileri sunuyor!
Sömürgeci Batılıların coğrafyamızda bu kadar rahat terör saldırıları ve algı operasyonları yapmalarının ve hegemonya mücadelesi vermelerinin en önemli sebeplerinden biri, sömürgeci Batılılara karşı gereken dirayeti ve siyasi iradeyi gösteremeyen yöneticilerdir. Bazen “üst akıl” ve “perde arkasındaki güçler” gibi söylemlerle kapalı olarak ifade edilmeye çalışılsa bazen de hamasi söylemlerle deklare edilmek istense de terör olaylarının gerçek faillerine gereken cevaplar verilmemekte, verilememektedir. Bu sömürgecilerin topraklarımızda bu denli etkin faaliyet göstermelerinin sebebi işte budur! Müslümanların ordularına, servetlerine ve yönetimine sahip olan ve bunun için bir araya gelen devlet adamları ve yöneticiler şunu bilmeliler ki mücadele edilmesi gereken gerçek terörist milyonlarca Müslüman'ı haksız yere katleden Amerika’dır. Amerika ile giriştiği siyasi mücadelede, kendi hegemonya alanlarını korumak için terörden beslenen İngiltere’dir. Yani İslâm beldelerinin yöneticilerinin sırtını dayadıkları efendileridir. Yine ABD ve İngiltere'nin kuyruğuna takılarak cürümlerinde onlara ortak olan diğer Batılı devletlerdir. Hemen yanı başımızda hiçbir kutsalımıza saygı duymayan ve her gün masum Müslümanları katleden işgalci “İsrail”dir. Ya da Suriye’de zalim Beşşar’a açıktan destek veren ve tüm katliamlarına ortak olan içimizdeki İran’dır. Peki İslâm beldelerinin yöneticileri terörün asıl faillerinin bunlar olduğunu bilmiyorlar mı? Kesinlikle biliyorlar, ancak bu gerçeği ifşa edecek cesaret ve iradeden fersah fersah uzaklar maalesef...
Hizb-ut Tahrir’in Kürt Meselesi’ne Yönelik Çözüm Önerisi Var Mı?
Kürt Meselesi’nin çözümüne yönelik şimdiye kadar hem devlet hem sivil toplum kuruluşları hem de siyasi parti ve kurumlar tarafından bazı çözüm önerileri sunulmuştur. Buna rağmen meselenin gerçek vakıası, sorun olarak görülen nedenler tespit ve teşhis edilememiş, doğal olarak da bu meselenin nasıl çözüleceği konusunda bir sonuca varılamamıştır.
İslâm ümmetinin derdi ile dertlenen ve sorunlara İslâmi çözümler sunan Hizb-ut Tahrir bu meseleyi de farklı yönleri ile ele alıp analiz etmiş, siyasi ve tarihî arka planını göstermiş, meselenin esas vakıasını teşhis edip atılması gereken adımları ve gerçek çözümün nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur.
İslâm toplumunun önemli etnik unsurlarından olan Türkler ve Kürtler yaklaşık bin yıl Anadolu coğrafyasında kardeşçe yaşamışlardır. Bu kardeşliği çatışmaya çevirecek boyutta ciddi hiçbir olay meydana gelmemiştir. Meydana gelen bazı ufak çaplı olaylar ise o dönemlerde gayet dinamik olan İslâm kardeşliği kalkanına çarparak büyümeden bertaraf edilmiştir. Bu birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının en önemli nedeni müminler arasındaki kardeşlik ruhu ile husumeti ve ırkçılığı yasaklayan İslâm hükümleriydi. Bunlar birçok Kur’an ayeti ile açıkça ifade edilmiş ve İslâm’ın hâkim olduğu bu topraklarda, sosyal hayatın olmazsa olmaz şiarları ve tatbik edilen uygulamalarıydı. Bu sebeple bugün Kürt Meselesi’nin etnik bir sorun olarak Osmanlı Dönemi’nde başladığını iddia edenler tamamen bir yanılgı, sapma ve yönlendirme içerisindedirler. Kürtler İslâm tarihi boyunca, kendilerinde var olan sağlam İslâm akidesi ve onun hayat anlayışı sayesinde devletlerine sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır. Ona isyan etmek şöyle dursun, İslâm’ı yüceltmek ve risaletini âleme taşımak adına cepheden cepheye koşmuşlar, büyük kahramanlıklar göstermişlerdir. Hilâfet’in yıkılması ve cumhuriyetin kurulması ile doğu bölgesinde başlayan ayaklanmalar ise Kürt milliyetçiliğine binaen yapılmış ayaklanmalar değil, bilakis Hilâfet’in yıkılmasına, şeriatın ayaklar altına alınmasına karşı başlayan siyasi ve İslâmi ayaklanmalar, kıyamlardı.
Kürt Meselesi’nin Çıkış Noktası
Kürt Meselesi sadece son otuz senenin meselesi değildir. Zira Kürt Meselesi’nin ortaya çıkışı cumhuriyetin kuruluşu ile aynı döneme denk gelmektedir. Cumhuriyeti kuran kadro öncelikli tehditler belirlemiş ve bunların bertaraf edilmesine yönelik sert önlemler almıştır. En büyük iki tehdit İslâm ve Kürtler olarak gösterilmiş, böylece bu iki büyük tehdide karşı çok boyutlu ve geniş çaplı bir imha kampanyası başlatılmıştır.
Laik Türk milliyetçiliği esası üzerine kurulan yeni cumhuriyet, Kürtlerin İslâm’a olan bağlılığını koparmak istemiştir. Böylece Cumhuriyeti kuran kadro Kürtleri öteki olarak görmeye başlamıştır. Çünkü Kürtlerin İslâm’a olan bağlığı ve sosyal yapıları cumhuriyetin gerçekleştirmek istediği ulus devlet modeline uymuyordu. Devlet, İslâm ve Hilâfet adına geçmişe dair hatırlatacak ne varsa her şeyi Müslümanların zihninden silmek istemiştir. Müslüman Kürtlerin zihninde İslâmi fikirlerin canlı olması cumhuriyet için tehdit olarak kabul edilince de Kürtlere karşı asimilasyon siyaseti benimsenmiştir.
Bu sorun hakkında doğru çözümü göstermek için sorunun asıl nedenlerini doğru teşhis etmek gerekir. Aksi takdirde sorunun asıl sebepleri yerine doğurduğu sonuçlar üzerinden bu sonuçları bertaraf etmeye yönelik beyhude bir uğraş verilir. Bu ise köklü ve doğru çözümden uzaklaşmaya neden olur. Eğer teşhis doğru yapılamazsa ya da teşhis bilindiği hâlde virüsü kurutucu bir tedavi yerine yüzeysel geçici tedavilerle oyalanma gerçekleşirse sorunun çözüldüğü/çözüleceği zannedilir ama hiçbir zaman çözülemez.
Kürt meselesi ile ilgili net ve köklü bir çözüm ortaya koymak için ilk olarak bu meselenin, Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılması sonrası İslâmi hükümlerin uygulamadan kaldırılmasına karşı Müslüman Kürt halkının laik Türkiye Cumhuriyeti’ne tepkisi olarak ortaya çıktığının bilinmesi gerekir. İkinci olarak cumhuriyetin kurulması ve yönetim nizamı olan demokrasinin tatbik edilmesinin Kürt Meselesi’nin çıkışının ve büyümesinin esas nedenini oluşturduğunu anlamak gerekir. Üçüncü olarak ise sömürgeci devletlerle, özelikle de Amerika ve İngiltere ile kurulan dostluk ilişkilerinin, meselenin bu güçler tarafından istismar edilmesine hizmet ettiği gerçeğinin görülmesi gerekir.
Hilâfet’in kaldırılması ve İslâm’ın hayattan uzaklaştırılması sonrası Müslüman Kürt halkına yapılan baskı ve zulümlerin Kürt Meselesi’ne etkisinin olmadığını söylemek, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilk yıllarında samimi Müslümanlara ve âlimlere yapılan zulümleri, idamları, sürgünleri inkâr etmek demektir. Öyle ki bu âlimlerin çoğu doğu bölgesinde yaşamaktalardı.
Yine Türkiye’de uygulanan demokratik laik sistem, Kürt Meselesi’nin çözümünü esastan uzaklaştıran saptırıcı konumdadır. Çünkü sorun, Müslüman Kürt halkının dinine bağlılığında sebat etmesidir. Sorun devletin, batı illerine yaptığı yatırım ve hizmetlerden doğu illerini mahrum etmesi sorunu değildir. Aksine bu sebep değil, bir sonuçtur. Devlet doğuya hizmet ve yatırım götürdüğünde, demokrat açılımlar doğuda da uygulamaya konulduğunda Kürt Meselesi çözüme kavuşmuş olmayacaktır. Aksine demokrasinin doğuya yayılamama sorunu devleti düşündürmektedir. Onun için devlet; Kürt Açılımı, Demokratik Açılım, Çözüm Süreci gibi kavramlar ile bu yolda mesafe almak istemiş ancak Müslüman Kürt halkının sekülerleşmesi, Batılılaşması noktasında da istediği ölçüde verim alamamıştır. Mesafe alındığı zannedilmiş ancak başlanılan yere geri dönülmüştür. Çünkü Kürt Meselesi’ni ABD ve İngiltere gibi devletler kendi siyasi çıkarları için istismar etmektedir. Bu devletler PKK’ya açık destek vermekte ve konjonktürel olarak Ortadoğu’da PKK’nın vekâlet savaşından faydalanmaktadırlar. Türkiye Devleti ise terörle mücadele konusunda bu ülkeler ile işbirliği içinde çalıştığını söylemektedir. Terörün kaynağı olan ve onu devamlı besleyen bu ülkeler Müslüman bir toprakta kalıcı huzur ve barış isterler mi, işte bu sorunun cevabı önemlidir.
İşte bu üç neden açısından Kürt Meselesi’ne baktığımızda doğru politikaların uygulanması şartı ile köklü bir çözüm ve kalıcı bir netice elde edilebilir. Yoksa Kürt Meselesi; Müslümanları parçalayan, aralarında husumet oluşturan fitne kaynağı olarak kalmaya devam edecektir.
Uygulanması Gereken Politikalar
A- Teröre Destek Veren Sömürgeci Ülkelerle İlişkilerin Kesilmesi
Öncelikle bugün Türkiye Cumhuriyeti ile PKK arasında devam eden çatışmada terörden beslenen kim varsa ortadan kaldırılmalıdır. Bunların ortadan kaldırılması için ise arkalarındaki Amerika, İngiltere, “İsrail” ve bazı Avrupa devletlerinin Türkiye ile tüm ilişkilerinin kesilmesi gerekir. Çünkü bu çatışmayı isteyen, kaşıyan onlardır. Bu devletlerin Türkiye ile askerî, siyasi tüm ilişkileri kesildiğinde PKK ile de ilişkileri kesilmiş olacaktır. Siyasi, askerî ve ekonomik destek kesilince PKK’nın ayakta kalması ve yaşaması mümkün olmayacaktır. O hâlde terörü bitirmek isteyen iradenin onu yani terörü destekleyen devletlerle ilişkilerini kesmesi akli, siyasi ve şer’î açıdan kaçınılmazdır.
B- Laiklik ve Demokrasi Gibi Tüm Beşerî Sistemlerin Hayat Sahasından Kaldırılması
Türkiye ve dünyada vahyin ölçü alınmadığı hiçbir anayasa, yasa ve kanun insanlığı mutlu etmeyecektir. Bunun acı tecrübesini özellikle son bir asırda tüm dünya yaşayarak görmüştür. Dinin egemenliğini hayattan uzaklaştıran laikliğin, Allah’ın hâkimiyetini insana veren ve sınırsız özgürlük yalanları ile insanoğlunu aldatan demokrasinin esas alındığı tüm beşerî sistemlerden vazgeçilmeli ve İslâm’a dönülmelidir. Tekrar yeniden anayasası İslâmi bir anayasa, yani kanun ve yasaların kaynağı vahiy olan bir İslâmi sisteme dönülmelidir.
C- Müslümanlar Arasında İslâm Kardeşliği Yeniden Tesis Edilmelidir
Bugün İslâm ümmetinin oluk oluk kanı akmakta ve gözyaşları dinmemektedir. İnsanlar arasında fitne ve kargaşa zuhur etmiş, etnik köken yani kavmiyetçilik inançların önüne geçmişse tüm bunlar İslâm kardeşliğinin gerektiği gibi tesis edilemediğindendir. Ümmet anlayışının yerini millet/ulus anlayışının aldığı, aklın değil duyguların harekete geçtiği ve zihinlerin tel örgülerle çevrildiği bu zulüm çağında tüm bunlara şifa olacak yegâne unsur İslâm kardeşliğidir. Milliyetçilik zehrinin panzehri İslâm kardeşliğidir. Müslümanları tüm sorunlardan kurtaracak olan da İslâm kardeşliğidir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَا تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلَا تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا أَفَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِمَا يُثَبِّتُ ذَاكُمْ لَكُمْ أَفْشُوا السَّلَامَ بَيْنَكُمْ
“Nefsim elinde olan Zat’a yemin ederim ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şey göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” [Müslim]
Burada önemli olan şey bu kardeşliğin ne ile tesis edileceğidir. Bu, demokrasi ile olmayacaktır. Bu, uzlaşma masaları diye oluşturulan zeminde olmayacaktır. Bu, salt İslâm’ın ruhani boyutunun kullanılması ile de olmayacaktır. Çünkü insanlar arasındaki ilişki sadece duygu ilişkisi değildir. İnsanlar arasında fikrî, sosyal ve siyasal ilişkiler vardır ki bunlar hayatın içindedir. Müslümanları demokrasi etrafında toplayarak birbirlerinin kardeşi olduklarını anlatmak çare olmayacaktır. Çünkü çare demokrasi değil, İslâm’dır. Müslümanlar İslâm’ın etrafında toplandıklarında ancak kardeşlik yeniden tesis edilir. Bu İslâm ise öyle cemaat ve cemiyet İslâmcılığı değil, hayatın içine bizzat hükmeden, egemen olan İslâm’dır. Bu ise ancak demokrasi ve laikliğin atılması ve İslâm’ın hayata hâkim kılınması ile gerçekleşir.
Meselenin Köklü Çözümü
Unutulmamalıdır ki İslâm dünyasının birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye topraklarında da 90 küsur yıldan bu yana yaşamakta olduğumuz bu sorunun ve diğer sorunların tümünün köklü çözümü; Allah’ın Kitabı’na ve Rasulü’nün Sünneti’ne göre hükmetmek üzere Müslümanlardan biat alacak ve İslâm topraklarını tevhid sancağı altında birleştirecek olan Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulmasıdır. Nüfusun büyük bir bölümünü Müslümanların meydana getirdiği bir ülkede bizi ilgilendiren sorunların çözümünü her türlü kötülüğün kaynağını oluşturan Batılı sistemlere değil, Allah ve Rasulü’nden gelen çözümlere götürmek gerekir. Zira Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:
وَمَا اخْتَلَفْتُمْ فِيهِ مِنْ شَيْءٍ فَحُكْمُهُ إِلَى اللَّهِ
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a mahsustur…” [Şûra Suresi 10]
Ve yine şöyle buyurmaktadır:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasul’e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasul’e götürün. (Onların talimatına göre halledin.) Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.” [Nisa Suresi 59]
- Kurulduğu Günden Bugüne Hizb-ut Tahrir’in Fikir, Hedef ve Metodunun Herhangi Bir Değişikliğe Uğramamasının Temel Sebebi Nedir?
İslâmi hareketlerin çoğunda zaman içinde fikirsel ve metotsal değişmeler olmuştur. Bu değişimler ya hareketin liderlerinin değişimi neticesinde olmuş ya da bu hareketler fikir ve metod konusunda konjonktüre göre şekil almışlardır. İşte Hizb-ut Tahrir’i diğer İslâmi hareketlerden ayıran en önemli özellik buradadır. Çünkü Hizb-ut Tahrir ne kendisine lider olan şahsın kendi şahsi görüş ve düşünceleri seyrinde çalışma yapar ne de şartlar ve konjonktürel değişimlere göre seyreder.
Hem Hizb-ut Tahrir emîrlerini bağlayıcı hem de Hizb’in çalışma metodunu değişmez kılan şey ancak ve ancak şer’î hükümlerdir. Hizb-ut Tahrir’in hiçbir emîri şer’î hükme muhalif olduğu hâlde Müslümanların veya Hizb’in maslahatına olmasından dolayı bir düşünceyi uygulamaya koymamıştır, koyamaz. Çünkü Hizb-ut Tahrir, İslâmi hayatı başlatmayı ve Râşidî Hilâfet’i yeniden kurmayı şer’î bir hüküm olarak benimsemiştir. Bu farz bir iştir ve Hizb’in olmazsa olmazıdır. Bu hedeften sapmak şer’î hükme muhalefet etmektir. Bu hedeften sapması Hizb’e haram olur.
Hizb-ut Tahrir aynı zamanda çalışma metodunu da şer’î hüküm olarak addeder. Şer’î hüküm zamana ve mekâna göre değişmez. Hizb-ut Tahrir Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hareket metoduna bağlıdır. Çünkü devletin kurulmasına yönelik şer’î deliller Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de devleti kurana kadar Mekke’de uyguladığı ve açıkladığı delillerden başkası değildir. Mesele, devletin kurulma metodudur. Burada Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yolundan başka bir metot yoktur ve bu, şer’î bir hükümdür. Dolayısıyla parti emîrinin değişimi ve konjonktürel bir gelişme ile değişmez, değiştirilemez.
Allah Subhanehû ve Teâlâ, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem vasıtası ile bizlere namaz, oruç, ticari ortaklıklar, nikâh, talak vb. birçok şer’î hükmü yerine getirmemiz gerektiğini nasıl beyan ettiyse İslâm’ın yeniden hayata hâkim kılınması için çalışmanın metodunu da beyan etmiştir. İslâmi hareketlerin yapması gereken şey beyan edilen bu metoda bağlı kalmaktır. İşte Hizb-ut Tahrir bu metot üzerinden zerre kadar başka bir yola sapmamış, hedefini değiştirmemiş, fikrinden ve düşüncesinden asla taviz vermemiştir.
Kürt meselesi ifadesine katılmıyorum. Türkiye, Erdoğan ile başlayan siyaseti Kürt meselesini çözmüştür. Mesele Kürt kimliği altında Türkiye ve İslam düşmanlığıdır. Tespit ettiğiniz doğrular hakkındaki çözüm önerileriniz emperyalist ülkelerin istedikleri tarzda anlatılmış. Çözüm önerisi değil, Türkiye'yi batırma önerisi diyebiliriz. Hükumetimize güvenerek, destek vermek gerekir. Ümmetin umudu haline gelen Erdoğan'ın siyaseti gerçek çözümü getirir.